“Ya bazen, yok yok bazen değil. Yani
bazen sözcüğü anlatamaz söylemek istediklerimi. Çoğu zaman, pek çok defa, neyse
işte sen anla. Ya, ne diyeceğimi bilemiyorum sana. Söyleyebileceğim en güzel
söz bile senin yanında sönük kalıyor. Sen, sen harika bir şeysin, mükemmelsin.
Seni hak edebilecek ne yaptım diye soruyorum kendime durmadan. Benim kadınım
olduğum için ne kadar mutluyum biliyorsun değil mi? Çok mutluyum, seni çok
seviyorum, çok.”
En
şiirseliydi sözlerin bu. En şiirsele söylenendi. Acemice, heyecanlı, titreyen
elleri hemen fark ettiren, içtenlikli. Bu şiirselin kendisi, işin, kendinin,
kendisinin şiirselliği. Zar gibi incecik, zarif, uçucu, sıcacık çiyin kapladığı
vücutları iç içeydi. Nefes nefese birbirlerine bakıyorlardı. Adamın gözünün
ucunda bir damla gözyaşı vardı. Biraz inanamaz, biraz müteşekkir, biraz
hüzünlü. Kadın elinin dışıyla okşadı adamın boynunu. Onu kendine çekip uzun
uzun öptü. Tekrar sevişmeye başladılar.
Fena
adam değildi hele Türkiye’yi düşününce, ne de olsa en entel kadının bile çok da
kötü olmama ya da fena olmama durumu sokulmuştur kafasına. İçkin bir kabullenme
halidir bu, kimi zaman dişil bir ermişlikle dost. Ama karışmasın kafanız hayali
insanlar bunlar. Kahraman olamasalar da hayal olabilecek kadar mahmur, gerçek.
Neyse, adam iyiydi, kibar ve duygusaldı. Ama en naif anları sevişme
sonralarıydı. Bu belki de duygusal
erkeklerin bir ortak özelliği, kim bilebilir ki Don Juanlık yapacak bir kadın
çıkıp da tecrübelerini paylaşmadıkça. Erkekler kendi cinsleri konusunda
cahildir bu ülkede. Erkekegemenliği kırmaya çalışıp ya da böyle davrandığını
sananlar da çokça farkında olmadan yine yönlenerek daşşaklılıkla kadınları
tanımaya tutkulanırlar erkekliğini unutup. Oysa bu cahillikten daha vahim olan
yanılsamadır. Ama erkeklerin kendilerini
tehditlere en açık yer olarak gördüğünü düşününce yatağı, bu kibarlığı da
anlamlandırabiliriz belki. Belki de bir özür, af dileme ya da teşekkür anneleri
geldikçe akıllarına.
Gülümseyen
parıltılar içinde bir çift göz. Hınzırlıkla geçen çocukluğu hakkında az
sayılamayacak fikirleri akla getirmekle kalmıyor, insanın gözlerinin önüne hiç
de zorlanmadan bir kız çocuğu fotoğrafı hatta görüntüleri yerleştiriveriyordu.
O günlerden bugüne ifadesini hiç yalnız bırakmamış ama zamanla yeni anlamlar
kazanmış gülümsemesi belki de en karakteristik özelliğiydi onun. Güzel bir
kadındı. Zaman becerikliliğini en çok güzellik üzerinde gösterir. Ama
modernizmin bu tanrısı yok edemiyor bazı güzellikleri, yapabileceği sadece
güzelliğin şeklini değiştirmekle kalıyor. Bazı güzellikleri yok eder,
bazılarına geçmez onun dişi. Yok edemediğini bozmaya çalışır kendine
uydurmakla. Dişini geçiremediğini ise yok sayar, saklamaya çalışır gözden. Ama
yalnızca görmeyen aptal gözden. Alır onu başka yerlere taşır, daha az bakılan
görece, daha gizlenmiş yerlere. Bu kolay görülemezlik, onu yok edemediği ya da
bozamadığı gibi ayrı bir güzellik katar ona. Gizemin az bulunurluğu ve tabii ki
bir de zor. Kıskanç zaman çaresizdir artık. Çünkü özel güzellik, kendine
yapılan her saldırıdan daha da güzelleşerek ve özelleşerek çıkar. Özelliğin
özelliği de budur işte güzellikte. Savaşmadığı için yenilmeyen, yarışmadığı
için kandırılamayan. O sizinle oynamayandır. Bu güzelliğin güzelliği de budur
işte özellikte. Güzelliğinin farkında olmayan kadınlar vardır, aslında bu
farkında olmamaktan ileri bir şey, bir barışmışlıktır. Kendiyle, kendi
güzelliği ile barışık olmak. Ne de az bulunur bu güzellerde ve güzellik katar
güzelliklerine. İşte O, öyle bir güzeldi, zamanın yalnızca değiştirmeye gücü yetebileceği
güzelliğiyle barışık bir güzel, mutlu bir güzel, mutlu bir eş, mutlu bir anne.
Yolunda giden bir evliliğin dişil parçası.
Hoş bir
adamla evliydi, hep sevmişti onu, sevilmişti. Çok bahsetmek istemiyorum adamın
güzelliğinden. Kıyak adamdı doğrusu, denebilecek kötü bir şeyi yok. Bahsetmek
istemiyorum, kendi çirkinliğin çarpmasın diye yüzüme. Karısı ve çocuğu dışında
gözü bir şey görmüyordu. Bir aralar gözleri yolculuklara çıkmış, bununla
yetinmeyip başka bedenlere giden yollara düşürmüştü onu. Bin bir pişmanlıklar,
durmak bilmeksizin akan gözyaşları, özür dilemeler küskünlükleri dindirmişti.
Mutlu hayatlarına dönmek zor olmamıştı, olmazdı niyetlenilen mutluluk içinde
olmaksa. Ne kendilerini kandırdılar, ne göz ardı ettiler, ne de yoksaydılar
bunu. Ne hatırlattılar her fırsatta, ne de unuttular. Yüzleştiler,
kabullendiler, tekrar başladılar.
Tutkuluydu
her ikisi de ama kadının tutkuları dizginlenemeyen denen türdendi. Güvensizlik
içermeyen bir bilinmezlik, sağı solu belli olmama ama şaşırtmayan da onu
tanıyanı. Öngörülemese de, olduğunda sahibine yakıştırılan bir süprizlilikti
ondaki. Her şey bir ritüeldi onun için. Bağbozumunda döllenmişti sanki. Ondaki
ayrıntı takıntısı, en iyiyi yapmaya çalışmak bir köle bağımlılığı değil,
tutkulu bir zevkin aksisedasıydı. Çok yetenekli bir aşçıydı kadın, şu parmak
yedirtenlerden, hani her erkeğin annesinin öyle olduğunu sandığı kadınlardan.
Ama bu bir yanılsama değildi tabii. Titizliği evde de gösteriyordu kendini. İyi
de bir evkadınıydı diyeceğim ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini
bilemiyorum. Tek çocuklarına olan ilgisi tamamen güdüseldi. Yani öğretilmiş
olandan çok bulunan. Sevişmeyi çok seviyordu. Şanslı bir durum, kocasıyla
sevişmek de çok haz vericiydi onun için. Adam bunları hayal etmiş miydi bilemem
ama ettiyse aradığını bulmuştu.
Sabahlardan
bir sabah. Bilindik, klasik, normalinden. Uyanmamızı güneşin hazır beklediği
bir sabah. Ama sabah olduğunu saatin çalar sesiyle öğrenmek adam için alışıldık
değildi. Bir türlü yataktan çıkamayan karısı da. Saatin ümüğüne basıp yataktan
çıktı adam. Karısı kadar başarılı olamasa da hazırlanan kahvaltı çocukla
birlikte yapıldı. İş bitimi eve döndüğünde karısını televizyon karşısında hala
pijamalarıyla bulması da alışıldık olmayandı. Hasta mıydı acaba? Kadının canı
hayli sıkılmıştı. Neyi olduğunu bilmiyordu ama anlamsız bir huysuzluğu olduğunu
düşünüyordu. Öğle sonrası kendini zorla yataktan atmıştı, aldığı duş da işe
yaramamış, kendine gelememişti. Yemek yapmaya niyetlenmiş, onu da yakmıştı uzun
zamandan beri ilk defa. Neyi olduğu sorusu aklını iyiden iyiye karıştırmaya
başlamış, vitaminlere çok umut bağlamış ama o yaramaz, ufak, yuvarlak enerji
bombaları umutlarını boşa çıkarmıştı. Sorun değildi kocasının söylediği gibi
yemek mevzusu. Dışarıda yiyebilirlerdi eğer kendini dışarı çıkacak kadar iyi
hissediyorsa bir tanesi, yoksa eve de gelebilirdi yiyecek bir şeyler.
Birkaç
gün sonra adam işten izin alıp zorla ikna ettiği karısını bir doktora götürdü.
Fiziksel bir rahatsızlık yoktu. Stres, dalgınlık, küçük çapta bir bunalım
üzerine tıbbi laflar etti doktor. İsterlerse bir psikoloğa gidebilirlerdi. İki
gün, doktorun önerisini değerlendirmeleri gerektiğine inanması için yeterli
oldu adamın. Psikolog da hemen hemen aynı sözleri tekrarladı. Haliyle yine
tıbbi. Adam meraklanıyor, kadın olanları bir türlü anlayamıyordu. Yapmaya
çalışıyor ama olmuyordu. Sanki uyanmış ve bütün becerilerini uykuda bırakmıştı.
Bir çeşit hafıza kaybı musallat olmuştu ona. Yemek yapmaya çalışıyor,
beceremiyordu. Bütün temizlik yapma girişimleri de etrafı yıkıp dökmekle
sonuçlanıyor, ev eskisinden daha dağınık bir hal alıyordu. Sevişmeyi bile
unutmuştu. Tutku ve zevkle yaptıkları anlam ifade etmiyordu artık. Kabalık
etmeyin kızlar, kocası da ölü sevici değildi. Bu olanlar, yani olmayanlar
sinirlerini bozuyor, kocasını ve çocuğu korkutmamak için sadece evdeki yalnız
ve başarısız saatlerde ağlıyordu çaresizlik içinde. Ürkek ve mutsuz saatler,
güvensizlik duygusuyla daha da uzayan, uzadıkça daha da çekilmez haller alan.
İnsana yakınındaki herkesin sırtını dönmesi gibi bir şey. Terk edip
gittiklerinde yanlarında onu da götürdüklerini fark eder arkalarından
bakakaldığında ve yalnız bile kalamaz artık. Kendi başına kalıp da kendini
bulmayı öğrenir. Yalnızlığı, kendi başınalığı çalınmıştır insandan, yerine
başkasızlık diye bir şey bırakmışlardır onu alıp ondan uzaklara göçerken. Öyle
bir ahlakla bırakırlar ki insanı elinde bir şişe suyla çölün ortasında, tüm
hücrelerine kazınmış adetlerle arkalarından su dökmek gerektiğini düşünür, ne
yapacağına karar veremez bir türlü. Dayanamaz içini kemiren duyguya şişenin
yarısından biraz da olsa fazlasını döker el sallayarak, az olmasın da fazla
olsun, içi rahat etsin yeter ki diye. Ama iyi de olur, dökmedim diye vicdanını
kavuran ateşin kuraklığıyla sidik yarıştıramayacağını bilir hiçbir çölün. Bunu
bildiğini onlar da bilir. Vicdansız olanlar ne de iyi bilir vicdanıyla bunalım
yaşatmayı vicdanlı insanlara. İşte böyle aptal bir adalet duygusu musallat
olmuştur ona. Ben bulaşmayayım onların pisliğine anlayışıdır bu için için kemiren
insanı. İyidir bunlar iyidir, yalnızlığını böyle bulur. Görülür ki artık,
yanlarına katıp götürdükleri o, ondan alakasızmış, o sanmış onu yıllarca,
onları da ondan sanması gibi bir yanılsamadır bu yalnızca. Onlar onlardır, o
sandığı da dahil. Yaşam sanı, o yansıma, yaşadığı kulp takma, yaşantı da
yanılsamadan başka bir şey değilmiş anlar. Boşuna geçmiş onca yıl. Önce tüh
yazık der kendi koca sandığı ömrüne yanar, sonra dehşete düşerek insanlık
tarihini hesaplar. İflah olmaz bundan böyle. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış
da herkes işaret parmağıyla onu gösteriyormuş gibi gelir kalabalığa girince.
Çocuklar ona verilmekle korkutulur. Ağlama bak ona veririm seni, yemeğini
bitirmezsen o yer artıkçıdır ne de olsa üretmez, dişlerini fırçala yoksa gece
yanına gelir yolunu ağız kokusuyla bulur o. Hiç başta olmaz, kötülüklerden
sorumlu tutulmakta bile şeytandan sonra gelir, zararı yok zaten karakterine
aykırı. Kalakalmışlık budur işte. Bilmediği, tanımadığı biriyleydi. Kendini
bilmek lafının yavanlığını düşündü. Ne kendisi, hangi kendi, şeker kız kendi,
kimdi onun içindeki, peki ya o nereye gitmişti? Bildiklerini unutmuş,
bilmediklerinden kuşkuya düşmüştü. Neler oluyordu? Aynı soru sürekli soruldu
güzel kafasında. Neler oluyordu? Kocası da ne yapması gerektiği bilmemekle
karısını yalnız bırakmamıştı. Kadın, kocası ve çocuk için endişelenirken, o da
karısı için endişeleniyordu. Karşılıklı endişeler endişe verici bir şekil
almıştı. Adam yardımcı bir kadın bulma konusunda fikrini sordu karısına. Belki
de çok yorulmuştu karısı. Buna gerek olmadığını söyleyerek kabul etmedi
teklifi. Orası onun eviydi ve kimse onun gibi yapamazdı bu işleri, en azından
bir zamanlar yaptığı gibi. Geçen zaman durumun geçici olmadığını kabul ettirdi
karı kocaya. Hınzır gülümsemenin yerini her an çatılmaya hazır kaşlar almıştı.
En küçük bir söz bile onu kızdırmaya yetiyordu. Mutlu ev yaşamı gerilerde
kalmış, çatırdamalar aptal kulaklarla bile duyulmaya başlamıştı. Şimdi evde
yardımcı bir kadın da vardı. İşe başladığı günlerde yaptıklarını beğenmiyordu
ama zamanla umursamamaya başladı. Evde işler bir şekilde yürüyordu. Yardıma
gelen kadın kocasıyla sevişmek dışında her şeyi yapıyordu, ev sahte bir
düzenliliğe kavuştu. Uzun uyumalar, televizyon karşısında geçen saatler,
resimlerine hızlıca göz atılan aptal dergileri karıştırmak kadının, eve daha
geç gelmek, alkolü arttırmak, fazla oyalanmadan yatağa girip huzursuz, yarım yamalak
uykulara dalmak da adamın hayatına yerleşiverdi. Pek çok denemede başarılı
olamayan çift, bunları da konuşmamaya başladılar, karşılıklı yoksaydılar,
uzlaştılar.
Bir
tanıdıklarının evine davet edildiler bir akşam. Öfleye pöfleye de olsa ikna
edildiler. İnsanlardan kaçıp bir yerlere sığınmaya çalışmalar işe yaramıyordu.
Gelip onu enseliyorlardı. Ve bir iyilik yaptıklarına olan inançları sonsuzdu.
“Aaa yalnız kalmışsın sen burda. Gel katıl bize.” Neden bir sürü aptalın ödü
kopuyordu ki yalnızlıktan, kendi başına kalmaktan? Ne hakla? Kaç kişinin elinde
yalnız kalabileceği bir kendi var? Bunları hiç dert etmediklerini biliyordu kadın.
Bir yanı onları kıskanırken bir başka yanı iğreniyordu. Kararsızlığı kendinden
de iğrendirmeye başlamıştı onu. Ama başkasızlığa düşmek söz konusu olamazdı
onlar için. Başkasızlık duygusunu yaşayabilmek bir ilişki biçimi
gerçekleştirmeyi göze almayı gerektirir ve deneyip becerememeyi. Başkasına
ihtiyaç duyan, bir başkayı arayan var mı orda? Aslında bunları anlamıyor
olsanız da seziyorsunuz. Başka türlü açıklanamazdı yalnızlara bu denli
düşmanlık. Başka türlü anlaşılamazdı ilişki kurmaya çalışanı bu denli engelleme
çabası, örflerle, adetlerle, baskı altına almaya çalışan hakim tokalaşmalarla,
ünvanlara boğulmuş, meze edilmiş tanışma merasimleriyle, omuzlara pışpışlarla
karizmayı zedelemelerle, samimiyetsiz samimiyetlerle, uyduruk gülümsemelerle,
yalancı memnun oldumlarla. Neye memnun olunur, ne çabuk çözüverirsiniz insanı,
düğüm çözücü büyük insan ilişkisi ilizyonistleri sizi. Hiç rahat bırakılmadı
kadın. Nasılsınız? Az bulutlu ve açık, yer yer sağanak yağışlı. İlkbahar
yağmuru gibiyim aniden yağarım, hazırlıksız yakalarım ve bütün gün vıcık vıcık
taşırsınız beni üzerinizde. Süper ultura şanssızım, sinemada bayat mısır hep
bana denk gelir, çok hassasım, naif bir bünyem olduğu için midem bozulur hemen.
Ya ishal olurum yan koltuktakileri rahatsız ederim –ama utangacım, güvensizim
tuvaletten geri dönemem salona, tekrarlanmasını göze alamam bunun- ya da ön
koltuğa sıçratarak kusarım. Size tavsiyem ben şehirdeyken kapüşonlu sarı
yağmurluğunuzu üstünüzden çıkarmayın, hem sokakta hem sinemada. Sizi de açar üstelik
gerekli biri sanılırsınız. Herkes sizden ateş ister, adres ve otobüs
duraklarını sizden sorar, yararlı olabilme fırsatı kazanabilirsiniz böylece.
Her şeye rağmen tanışılır, kabus devam eder. Kuralına göre oynamıştır oyunu ve
kazandıklarının yanı sıra bu ona pek çok şey de kaybettirmiştir, biliyordur
bunu ama bunu da tercih etmiştir ve acısını çıkarmayı bilir. Bir sürü zaman
harcamıştır şu hale gelebilecek biri olmak için, öyle kolay değil, kafasına
kakarlar insanın. Dirsek çürütmüştür yıllarca akademilerde, kilo kilo kitap
okumuştur, kendi başına seçmeyi bilmediği için festival filmlerinin hiçbirini
kaçırmayarak gözlerini bozmuştur. Şimdikinin on katı festival olsa bir şehirde
seyirci yüz kat düşer. Pek çok insan iyi olanın onun için seçildiğine
inandığından gider çünkü festivallere. Kendisi seçmek zorunda kalabilmek kabus
olur takipçilere. Kalabalıkları severler, galaların, sanatçı lokallerinin
vazgeçilmez simaları. Ağızları ile içmeyi bilmezler, bozduklarında da olayı
sanatçı deliliğine vururlar. Tıp okuduysa yandınız. Onların okulu daha uzun
sürmüştür ve acısı daha da zor çıkar. Tıpsal terimler kullanırlar sürekli, siz
bir şey anlamazsınız. Ne kadar ömrüm kaldı sayın doktor demek gelir içinizden,
ömrünüzden ömür çalınır. En çok hukukçular bozuluyor bu işe. Onların ağdalı
Osmanlı dilleri hiç yakışmıyor şimdiki gençlerin ağzına. Mülkiye dili
amcaların, teyzelerin politikacı-aydın ağzına yaşlılıklarıyla yakışsa da,
ukalalık ettirmiyor artık yeni nesle. Burada görevlilerin olaya el koymaları
gerekiyor. Bu nasıl devlet yönetmek kardeşim. Otoriteyi size biz mi öğretelim?
Madem var ettiniz bu işleri, bunlarla uğraşanları da aynı otoriteyi devam
ettirsinler diye bir şekle soktunuz, dil ve kültür yarattınız size hizmet
etsinler diye o zaman ilgilenin yahu. Mülkiyeli ve hukukçu gençler kendi meslek
dillerini ukalalık yapmak ve otorite kurmak için kullanamıyorlar ve bu eksiklik
sisteme ve devlete olan güveni sarsıyor çünkü bu dil out oldu. Sosyologlarınız
da çözümleyici kuramlar bulamıyorlar şu günlerde. Analitik politikanız göt
oluyor, analipolitik kaldınız. Yıkılıyor dermişim. Size döncem. Bu arada kadın
insanlarla, adam alkolle boğulmaya devam etti. Eve dönüp televizyon
karşısındaki pozisyonlarını alıp aynı kanepenin iki ayrı ucunda bir el uzatımı
yakınlıkta ama çok uzakta kaldıklarında kadın magazin dergilerinden aslında hiç
orda olmamış ilgisini kocasına çevirdi. Bir süre onu izledikten sonra adam ona
döndü. “Evden ayrılmak istiyorum” dedi kadın. Her şey durdu. Kamera afilli
hareketler yaptı. Birbirlerinin gözlerinde ipucu taşıyan bir bakış, tepki
aradılar. Dergi sayfalarındaki kokoş fotoğraflar sessiz dedikodular,
televizyondaki spor şahsiyetleri yorumlarını yaptılar, onlar sustu. Adam hiç
memnun değildi hallerinden ama karısının geri döneceğine inanıyordu,
inanmalıydı, umut ediyordu. Kutuyu açtırmak istiyorum demişti insan antik
dönemlerde, antik bir yarışmada, bilmem bir pazar günü müydü. Thespis sunuyordu
yarışmayı. Amfitiyatro tıklım tıklım doluydu. İnsanlar itişip kakışıyorlar, yer
bulamayanlar vomitoryumda bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlardı sinirle.
Seyirciler bir arınıyorlar, bir bulanıyorlardı. Aralara sürekli reklam
alınıyordu. Aşil topuk egzaması için yeni üretilen kremin reklamına çıkıyordu.
Çok büyük para aldı deniyordu. Platon tüm bunlara uyuz olmuş, jandarmaları
işlerini yapmadıkları için eleştiriyordu. Yarışmaya tekrar dönüldü. Thespis
evet hayır yarışması yaptı seyircilerle. Dionisos zil zurna sarhoş sahneye
fırladı. Şarap testisini düşürdü yere, parça parça oldu güzelim testi. Daşşak
Joe fıkrasını anlattı seyircilere, Zeus çok bozulmuştu bu inekli fıkraya,
çaktırmadan yengeye baktı, yok haberi yoktu olaydan. Minotauros’u andılar
gülümseyerek Hera’yla. Yarışmaya geri dönüldü. Fallik ezgilerle gelip,
dithirambos türküleriyle gidiyordu yarışmacılar. Sonunda kararsız adımlarla bir
genç çıktı sahneye. Sizi tanıyalım dedi Thespis. Adım Epimetheus dedi adam. Çok
heyecanlıyım biraz yardım edin Thespis Bey. Ee bir şarkı söyle o zaman
delikanlı, sakinleşirsin. Seyirci yine çıldırdı. Alkış kıyamet. O civarda yanık
sesiyle tanınırdı genç. Tabletlere acilen yazılan istekler sahneye uzatıldı.
Bir türlü ne söyleyeceğine karar veremeyen Epimetheus uzun bir bekleme sonunda,
ah bir ataş ver cigaramı yakayımı söyledi ve türküyü biraderine armağan etti.
Çok severmiş bu türküyü. Zeus bir yıldırım çaktırdı. Duydunuz yıldırımın sesini
diyerek başlattı Thespis yarışmayı. Epimetheus sorulara ne cevap vereceğine bir
türlü karar veremediği için yarışma çok uzadı, reytingler düşüyordu. Yönetmen
ordan işaret etmeye başlamıştı. Buna daha fazla dayanamayan Thespis delikanlıyı
yarışmanın galibi ilan etti. Yine arındı seyirci, Platon daha da dellendi.
Kutuların yanına getirdi Epimetheus’u Thespis. Şimdi kutulardan birini seç dedi
ona. Kararsız genç kutulardan birini seçemiyordu. Tüm cesaretini toplayıp ezile
büzüle aslında yarışmaya katılmasının sebebinin kutuları açan hostes kız
olduğunu, aylardır onu rüyalarında gördüğünü, onu çok sevdiğini söyledi. Bir
kıyamet koptu. Yine herkes çılgınca alkışlıyordu. Thespis hostese dönüp
“Pandora, çocuk aslında senin kutuya hasta olmuş keh keh” diye yılıştı. Güçlü
kuvvetli, edeleli, kendini beğenmiş erkeklerin baş belası haline gelmiş bu
çapkın kız, ne yapayım bu sümüklüyü der gibi bakıyordu. Zeus’un Pandora’ya
bakışlarından rahatsız olan Hera, bu kızın başını bağlamak lazım diye düşünerek
evlensin bunlar, nikahta bereket vardır diye bağırdı sahnenin hemen önündeki
afilli tahttan. Seyircinin onayı da arınmalarla eklendi buna. Pan fülütle düğün
ezgileri çaldı. Şenlik başladı, reyting tavana vurdu. Dionisos yalpalayarak
Pan’ın yanına geldi, istek çalıyor musun dedi. Sarhoş muhabbeti Pan’ın keçi
inadını kırdı, tamam dedi ne istiyorsun. Şiribim, şiribom, şarabımı istedi
Dionisos. Pan, bilmiyorum ama mırıldanırsan çalabilirim dedi, mırıldanıldı ama
hiç birşey anlaşılmadı. Neyse dedi Dionisos bırak flütü içelim güzelleşelim.
Şarabı uzattı Pan’a. Yok abi ben almıyayım, ben üflerim, o beni bozar dedi Pan.
Zeus yıldırımlar çakarak sessizlik diye gürüldedi. Ahali susmuş, ona bakıyordu.
Evlilik töreni yapalım dedi Zeus. Pandora izin isteyip öne çıktı. Tanrılar,
dostlar, Atinalılar dedi. Tüm gözler onun üzerindeydi. “Epimetheus’u benimle
evlendiriyorsunuz. O bu yarışmayı kazandı ve açmamız için bir kutu seçmek
yerine beni istediğini söyledi.” Epimetheus’a dönüp benim kutumu açmak ister misin
diye sordu. Evet dedi delikanlı ondan beklenmeyecek bir kararlılıkla.
Seyirciler aç aç diye bağırmaya başladılar. Madem öyle onun için kendi kutumu
açıyorum diye seslendi ve keçi derisi çantasından çıkardığı kutuyu açtı.
Kutudan felaketler fırladı ve dünyaya yayıldı. Kutuyu Epimetheus’un önüne
fırlattı. Şaşkın genç kutuyu yerden aldı. Al bu da sana çeyizim olsun dedi
Pandora. Kutunun içinde kalan ve kötülüklerle dünyaya yayılmayan umuda
bakakaldı Epimetheus. Platon, ben biliyordum böyle olacağını, bir bokluk olacağını
biliyordum, söylemiştim diye avaz avaz bağırmaya başladı. Kutudan umut
çıkmıştı, e ne yapılabilirdi ki artık. Yüzyıllık seçim devam etti. Bir umut.
Bir kadının bir erkeğe verebileceği son drahoması antik kuntik çeyiz sandığının
dibinde bir köşeye sıkışmış kalan, umut. Bir erkeğe sevdiğinin arkasından umut
etmekten başka ne düşer ki? Karısını eski haliyle çok özlemişti. Cebinde umut,
hatanın nerde olduğunu düşünüyordu sürekli. Ne yapmıştı ya da ne yapmamıştı,
bilemiyor, bulamıyordu. Bir iki hafta öncesine dönebilseler ne de mutlu
olacaktı ama olmuyordu, olamıyordu. “Belki de yalnız kalmalıyım” dedi kadın. Ne
kadar bilmiyordu ama yalnız kalmalıydı. Bunun işe yarayıp yaramayacağını, neler
olacağını bilmiyor, aslında umursamıyordu ama bunu adama belli etmedi. Gitmekti
o an tek istediği. Adamı kırmak istemiyordu. Belki de en kırıcı olan buydu,
incelik. Kendi başına planlar yapıp bir başkasından sadece bunlara uymasını
beklemek. Bir ilişkide en bencilce şey ayrılmalardır. O ana kadar her şey iki
kişi üzerine kuruludur. Kendi başınıza sevmeye karar vermek bir işe yaramaz, o
da istemeli. Birlikte yaşamaya karar vermek de öyle. Ama ayrılık… Biri gider ve
kalana katlanmak düşer. Adam saatler sonra karısının arkasından yatağa
gidemedi, o yatağa, kadının yanına gidemedi.
Yerleştiği
daireden hemen hemen hiç çıkmadan bir hafta geçirdi kadın. Değişen bir şey
yoktu. Pis bir ev, çöplükten oluşan yemekler, yemekten oluşan çöplükler, uzun
televizyon izlemeler, uyumalar, aptal dergi fotoğrafları. Birkaç kere okul
çıkışında çocuğuna uğradı, başlarda ben iyiyim demek için yapılan telefon
konuşmalarını da kesti.
Biten
sigarası yine onu sokağa çıkmaya zorlamıştı. Dağınık saçlar yarı topuz halde
topluydu, bol bir kazak, yarı kirli bir kot ve bağcıkları çamurlu bir spor
ayakkabı. Güzeldi, farkında olmasa da. Sigarayı bakkalda yaktı, dışarı
çıktığında etrafa bakmayı akıl etti. Biraz dolaşmaktan zarar gelmezdi. Akşama
doğru yeni bir paket daha aldı. Yorulmuyordu, tüm şehri gezebilirdi sanki. Ama
herkes yorulur, herkes aynı şekilde terlemese de. Yorulduğunda dairesinden
fazlasıyla uzaklaştığını fark etti. Hangi otobüse binmesi gerektiğini öğrenip
atladı otobüse. O gece nerdeyse unuttuğu rahat uykuyu buldu. Erkenden çıkabildi
yataktan. Kahvaltı için bir şeyler alması gerekiyordu gerçek bir kahvaltı
yapmak istiyorsa. Başka bir şey var mıydı? Soru bakkaldandı. Hayır ama…
Kontörlü telefonla bakıştı. Bir şey yoktu, teşekkürlerdi.
Ne de
süper bir kahvaltı hazırladım öyle dedi kendine. Platonik olmadığı kesin bir
hatırlamaydı yaşadığı. O uykuda bıraktığı şeyler başka bir uykuyla dönmüştü
kadına. Hızla topladı masayı, bulaşıkları birikenlerle birlikte yıkadı. Enerji
hat safhadaydı kadında. Bir heyecan, toplanıverdi ortalık. Ne de çok göze batan
şey varmış meğer orda. Hepsi de zevk verici şekillere kavuştu. “Evet” diye
bağırdı kadın toz bezini havaya fırlatarak. “Geri döndüm!”
Hoş geldin. Yolculuklar nerde
başlar nerde biter tam olarak emin olamıyorum. Hele insan yolculuğa çıktığını
yolda fark ediyorsa. Ama bir şekilde geldiğini biliyor belki de döndüğünü. Ya
da böyle olduğuna inanıyor. Gelmeler ya da dönmeler de kendi başına kendi
başına birer duraksa belki de yolculuk hiç bitmiyor ya da yolculuk hiç olmuyor.
Ayaklarının dibinden
güvercinler uçuştu. Elinde kalan son simit parçasını da bir kenarda bekleyen
doymak bilmez güvercinlerden birine doğru fırlattı. “Hoş geldin” Yanına oturdu
karısının. “Ayakkabına pislemişler… İyi görünüyorsun.” “Sağ ol.” İşte karşı karşıyaydılar.
O sabah onu aramıştı karısı ve öğle yemeği buluşmak için iyi bir zamanlama
olabilirdi. Neşeli bir gün geçirmişti kadın ve telefonda adam da bunu fark etmişti,
kikirdemese de kadın. Bunun umut verici olduğunu düşünmüştü adam. Elinde ip,
yemek molasını gösterecek saati çekiştirmeye başladı, yerinde duramıyordu.
Buluştukları parka geldiklerinde karısını bankta otururken buldu. Onu izlemişti
kısa bir süre uzaktan. Simit parçalarını ayaklarının dibine bırakarak etrafını
güvercinlerle kaplamıştı. “Ayrılmak istiyorum” dedi kadın. Gözlerini yere dikip
ayaklarıyla konuşmadı. Dosdoğru gözlerine bakıyordu. Adamın acı çeken ve acı
veren gözlerine bakıyordu. Sanılmasın hastalıklı bir kadındı. Adamın o an fark edecek
hali yoktu belki ama acıdan payını alıyordu kadın. Yüzleşiyordu kararıyla,
kendiyle. Kaçmıyordu, çocukluk yapmıyordu. Ama adamın beklediği bu değildi. Bu
defa gözler birbirinde ipucu arayamadı. Bir iki laf etmeye çalıştı adam ama
kelimeler ağızdan çıkmamaya kararlıydı. Kadın o eski haliyleydi. Hınzır
gülümseme belki yoktu durumun ciddiyetine karşın ama parıltılar geri dönmüştü.
Evet o onun sevdiği kadındı ve aynı evde çok yakınında ama çok uzağında kaldığı
zamanlardan daha da uzağa gitmişti. Kaybetmişti onu. Bunu fark etmek çok acı vericiydi
ama anlamasına yardım edecek olan da aynı şeydi. Ne diyebilirdi ki o artık
kendine gelmişti, eğer bir kendini kaybetmişliktiyse bir iki haftalık hali. O
an sana dönmek istiyorum dese kadının ruhsal durumundan kuşkulanmayacaktı.
Beklediğinin, umduğunun tersi olmuştu ve farkındalığı dürüstlüğüyle çarpmıştı
bu gerçeği yüzüne. Kadın kabalık etmedi, durumu incelikle katlanılır bir hale
getirmeye çalışmadı, sarılmaya kalkmadı. Şimdiki problem kabullenmekti.
Birbirlerine yardımcı olamayacakları kesin olan problem. Kadın nazikçe
gülümsedi. Şefkat dolu bir gülümseme bir zamanlar tutkuyla bağlı olduğu erkeğe.
“Üzgünüm” dedi kadın “Biraz zaman geçsin. Ben seni arayacağım.” “Şey” diyebildi
adam, “şey”. Yani sessizlik. “Biliyorum” dedi kadın, “biliyorum.” Yalnız başına
kaldı adam. Yapayalnız, kimsesiz. Kadın sessizce ağladı giderken. Eski bir
dostun cenazesinde dökülen yaşlardan aktı gözlerinden. Adam henüz hazır değildi
ağlamaya, daha değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder