2 Eylül 2012 Pazar

ANAMNESİS




            “Ya bazen, yok yok bazen değil. Yani bazen sözcüğü anlatamaz söylemek istediklerimi. Çoğu zaman, pek çok defa, neyse işte sen anla. Ya, ne diyeceğimi bilemiyorum sana. Söyleyebileceğim en güzel söz bile senin yanında sönük kalıyor. Sen, sen harika bir şeysin, mükemmelsin. Seni hak edebilecek ne yaptım diye soruyorum kendime durmadan. Benim kadınım olduğum için ne kadar mutluyum biliyorsun değil mi? Çok mutluyum, seni çok seviyorum, çok.”
            En şiirseliydi sözlerin bu. En şiirsele söylenendi. Acemice, heyecanlı, titreyen elleri hemen fark ettiren, içtenlikli. Bu şiirselin kendisi, işin, kendinin, kendisinin şiirselliği. Zar gibi incecik, zarif, uçucu, sıcacık çiyin kapladığı vücutları iç içeydi. Nefes nefese birbirlerine bakıyorlardı. Adamın gözünün ucunda bir damla gözyaşı vardı. Biraz inanamaz, biraz müteşekkir, biraz hüzünlü. Kadın elinin dışıyla okşadı adamın boynunu. Onu kendine çekip uzun uzun öptü. Tekrar sevişmeye başladılar.
            Fena adam değildi hele Türkiye’yi düşününce, ne de olsa en entel kadının bile çok da kötü olmama ya da fena olmama durumu sokulmuştur kafasına. İçkin bir kabullenme halidir bu, kimi zaman dişil bir ermişlikle dost. Ama karışmasın kafanız hayali insanlar bunlar. Kahraman olamasalar da hayal olabilecek kadar mahmur, gerçek. Neyse, adam iyiydi, kibar ve duygusaldı. Ama en naif anları sevişme sonralarıydı. Bu  belki de duygusal erkeklerin bir ortak özelliği, kim bilebilir ki Don Juanlık yapacak bir kadın çıkıp da tecrübelerini paylaşmadıkça. Erkekler kendi cinsleri konusunda cahildir bu ülkede. Erkekegemenliği kırmaya çalışıp ya da böyle davrandığını sananlar da çokça farkında olmadan yine yönlenerek daşşaklılıkla kadınları tanımaya tutkulanırlar erkekliğini unutup. Oysa bu cahillikten daha vahim olan yanılsamadır. Ama  erkeklerin kendilerini tehditlere en açık yer olarak gördüğünü düşününce yatağı, bu kibarlığı da anlamlandırabiliriz belki. Belki de bir özür, af dileme ya da teşekkür anneleri geldikçe akıllarına.
            Gülümseyen parıltılar içinde bir çift göz. Hınzırlıkla geçen çocukluğu hakkında az sayılamayacak fikirleri akla getirmekle kalmıyor, insanın gözlerinin önüne hiç de zorlanmadan bir kız çocuğu fotoğrafı hatta görüntüleri yerleştiriveriyordu. O günlerden bugüne ifadesini hiç yalnız bırakmamış ama zamanla yeni anlamlar kazanmış gülümsemesi belki de en karakteristik özelliğiydi onun. Güzel bir kadındı. Zaman becerikliliğini en çok güzellik üzerinde gösterir. Ama modernizmin bu tanrısı yok edemiyor bazı güzellikleri, yapabileceği sadece güzelliğin şeklini değiştirmekle kalıyor. Bazı güzellikleri yok eder, bazılarına geçmez onun dişi. Yok edemediğini bozmaya çalışır kendine uydurmakla. Dişini geçiremediğini ise yok sayar, saklamaya çalışır gözden. Ama yalnızca görmeyen aptal gözden. Alır onu başka yerlere taşır, daha az bakılan görece, daha gizlenmiş yerlere. Bu kolay görülemezlik, onu yok edemediği ya da bozamadığı gibi ayrı bir güzellik katar ona. Gizemin az bulunurluğu ve tabii ki bir de zor. Kıskanç zaman çaresizdir artık. Çünkü özel güzellik, kendine yapılan her saldırıdan daha da güzelleşerek ve özelleşerek çıkar. Özelliğin özelliği de budur işte güzellikte. Savaşmadığı için yenilmeyen, yarışmadığı için kandırılamayan. O sizinle oynamayandır. Bu güzelliğin güzelliği de budur işte özellikte. Güzelliğinin farkında olmayan kadınlar vardır, aslında bu farkında olmamaktan ileri bir şey, bir barışmışlıktır. Kendiyle, kendi güzelliği ile barışık olmak. Ne de az bulunur bu güzellerde ve güzellik katar güzelliklerine. İşte O, öyle bir güzeldi, zamanın yalnızca değiştirmeye gücü yetebileceği güzelliğiyle barışık bir güzel, mutlu bir güzel, mutlu bir eş, mutlu bir anne. Yolunda giden bir evliliğin dişil parçası.
            Hoş bir adamla evliydi, hep sevmişti onu, sevilmişti. Çok bahsetmek istemiyorum adamın güzelliğinden. Kıyak adamdı doğrusu, denebilecek kötü bir şeyi yok. Bahsetmek istemiyorum, kendi çirkinliğin çarpmasın diye yüzüme. Karısı ve çocuğu dışında gözü bir şey görmüyordu. Bir aralar gözleri yolculuklara çıkmış, bununla yetinmeyip başka bedenlere giden yollara düşürmüştü onu. Bin bir pişmanlıklar, durmak bilmeksizin akan gözyaşları, özür dilemeler küskünlükleri dindirmişti. Mutlu hayatlarına dönmek zor olmamıştı, olmazdı niyetlenilen mutluluk içinde olmaksa. Ne kendilerini kandırdılar, ne göz ardı ettiler, ne de yoksaydılar bunu. Ne hatırlattılar her fırsatta, ne de unuttular. Yüzleştiler, kabullendiler, tekrar başladılar.
            Tutkuluydu her ikisi de ama kadının tutkuları dizginlenemeyen denen türdendi. Güvensizlik içermeyen bir bilinmezlik, sağı solu belli olmama ama şaşırtmayan da onu tanıyanı. Öngörülemese de, olduğunda sahibine yakıştırılan bir süprizlilikti ondaki. Her şey bir ritüeldi onun için. Bağbozumunda döllenmişti sanki. Ondaki ayrıntı takıntısı, en iyiyi yapmaya çalışmak bir köle bağımlılığı değil, tutkulu bir zevkin aksisedasıydı. Çok yetenekli bir aşçıydı kadın, şu parmak yedirtenlerden, hani her erkeğin annesinin öyle olduğunu sandığı kadınlardan. Ama bu bir yanılsama değildi tabii. Titizliği evde de gösteriyordu kendini. İyi de bir evkadınıydı diyeceğim ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilemiyorum. Tek çocuklarına olan ilgisi tamamen güdüseldi. Yani öğretilmiş olandan çok bulunan. Sevişmeyi çok seviyordu. Şanslı bir durum, kocasıyla sevişmek de çok haz vericiydi onun için. Adam bunları hayal etmiş miydi bilemem ama ettiyse aradığını bulmuştu.
            Sabahlardan bir sabah. Bilindik, klasik, normalinden. Uyanmamızı güneşin hazır beklediği bir sabah. Ama sabah olduğunu saatin çalar sesiyle öğrenmek adam için alışıldık değildi. Bir türlü yataktan çıkamayan karısı da. Saatin ümüğüne basıp yataktan çıktı adam. Karısı kadar başarılı olamasa da hazırlanan kahvaltı çocukla birlikte yapıldı. İş bitimi eve döndüğünde karısını televizyon karşısında hala pijamalarıyla bulması da alışıldık olmayandı. Hasta mıydı acaba? Kadının canı hayli sıkılmıştı. Neyi olduğunu bilmiyordu ama anlamsız bir huysuzluğu olduğunu düşünüyordu. Öğle sonrası kendini zorla yataktan atmıştı, aldığı duş da işe yaramamış, kendine gelememişti. Yemek yapmaya niyetlenmiş, onu da yakmıştı uzun zamandan beri ilk defa. Neyi olduğu sorusu aklını iyiden iyiye karıştırmaya başlamış, vitaminlere çok umut bağlamış ama o yaramaz, ufak, yuvarlak enerji bombaları umutlarını boşa çıkarmıştı. Sorun değildi kocasının söylediği gibi yemek mevzusu. Dışarıda yiyebilirlerdi eğer kendini dışarı çıkacak kadar iyi hissediyorsa bir tanesi, yoksa eve de gelebilirdi yiyecek bir şeyler.
            Birkaç gün sonra adam işten izin alıp zorla ikna ettiği karısını bir doktora götürdü. Fiziksel bir rahatsızlık yoktu. Stres, dalgınlık, küçük çapta bir bunalım üzerine tıbbi laflar etti doktor. İsterlerse bir psikoloğa gidebilirlerdi. İki gün, doktorun önerisini değerlendirmeleri gerektiğine inanması için yeterli oldu adamın. Psikolog da hemen hemen aynı sözleri tekrarladı. Haliyle yine tıbbi. Adam meraklanıyor, kadın olanları bir türlü anlayamıyordu. Yapmaya çalışıyor ama olmuyordu. Sanki uyanmış ve bütün becerilerini uykuda bırakmıştı. Bir çeşit hafıza kaybı musallat olmuştu ona. Yemek yapmaya çalışıyor, beceremiyordu. Bütün temizlik yapma girişimleri de etrafı yıkıp dökmekle sonuçlanıyor, ev eskisinden daha dağınık bir hal alıyordu. Sevişmeyi bile unutmuştu. Tutku ve zevkle yaptıkları anlam ifade etmiyordu artık. Kabalık etmeyin kızlar, kocası da ölü sevici değildi. Bu olanlar, yani olmayanlar sinirlerini bozuyor, kocasını ve çocuğu korkutmamak için sadece evdeki yalnız ve başarısız saatlerde ağlıyordu çaresizlik içinde. Ürkek ve mutsuz saatler, güvensizlik duygusuyla daha da uzayan, uzadıkça daha da çekilmez haller alan. İnsana yakınındaki herkesin sırtını dönmesi gibi bir şey. Terk edip gittiklerinde yanlarında onu da götürdüklerini fark eder arkalarından bakakaldığında ve yalnız bile kalamaz artık. Kendi başına kalıp da kendini bulmayı öğrenir. Yalnızlığı, kendi başınalığı çalınmıştır insandan, yerine başkasızlık diye bir şey bırakmışlardır onu alıp ondan uzaklara göçerken. Öyle bir ahlakla bırakırlar ki insanı elinde bir şişe suyla çölün ortasında, tüm hücrelerine kazınmış adetlerle arkalarından su dökmek gerektiğini düşünür, ne yapacağına karar veremez bir türlü. Dayanamaz içini kemiren duyguya şişenin yarısından biraz da olsa fazlasını döker el sallayarak, az olmasın da fazla olsun, içi rahat etsin yeter ki diye. Ama iyi de olur, dökmedim diye vicdanını kavuran ateşin kuraklığıyla sidik yarıştıramayacağını bilir hiçbir çölün. Bunu bildiğini onlar da bilir. Vicdansız olanlar ne de iyi bilir vicdanıyla bunalım yaşatmayı vicdanlı insanlara. İşte böyle aptal bir adalet duygusu musallat olmuştur ona. Ben bulaşmayayım onların pisliğine anlayışıdır bu için için kemiren insanı. İyidir bunlar iyidir, yalnızlığını böyle bulur. Görülür ki artık, yanlarına katıp götürdükleri o, ondan alakasızmış, o sanmış onu yıllarca, onları da ondan sanması gibi bir yanılsamadır bu yalnızca. Onlar onlardır, o sandığı da dahil. Yaşam sanı, o yansıma, yaşadığı kulp takma, yaşantı da yanılsamadan başka bir şey değilmiş anlar. Boşuna geçmiş onca yıl. Önce tüh yazık der kendi koca sandığı ömrüne yanar, sonra dehşete düşerek insanlık tarihini hesaplar. İflah olmaz bundan böyle. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış da herkes işaret parmağıyla onu gösteriyormuş gibi gelir kalabalığa girince. Çocuklar ona verilmekle korkutulur. Ağlama bak ona veririm seni, yemeğini bitirmezsen o yer artıkçıdır ne de olsa üretmez, dişlerini fırçala yoksa gece yanına gelir yolunu ağız kokusuyla bulur o. Hiç başta olmaz, kötülüklerden sorumlu tutulmakta bile şeytandan sonra gelir, zararı yok zaten karakterine aykırı. Kalakalmışlık budur işte. Bilmediği, tanımadığı biriyleydi. Kendini bilmek lafının yavanlığını düşündü. Ne kendisi, hangi kendi, şeker kız kendi, kimdi onun içindeki, peki ya o nereye gitmişti? Bildiklerini unutmuş, bilmediklerinden kuşkuya düşmüştü. Neler oluyordu? Aynı soru sürekli soruldu güzel kafasında. Neler oluyordu? Kocası da ne yapması gerektiği bilmemekle karısını yalnız bırakmamıştı. Kadın, kocası ve çocuk için endişelenirken, o da karısı için endişeleniyordu. Karşılıklı endişeler endişe verici bir şekil almıştı. Adam yardımcı bir kadın bulma konusunda fikrini sordu karısına. Belki de çok yorulmuştu karısı. Buna gerek olmadığını söyleyerek kabul etmedi teklifi. Orası onun eviydi ve kimse onun gibi yapamazdı bu işleri, en azından bir zamanlar yaptığı gibi. Geçen zaman durumun geçici olmadığını kabul ettirdi karı kocaya. Hınzır gülümsemenin yerini her an çatılmaya hazır kaşlar almıştı. En küçük bir söz bile onu kızdırmaya yetiyordu. Mutlu ev yaşamı gerilerde kalmış, çatırdamalar aptal kulaklarla bile duyulmaya başlamıştı. Şimdi evde yardımcı bir kadın da vardı. İşe başladığı günlerde yaptıklarını beğenmiyordu ama zamanla umursamamaya başladı. Evde işler bir şekilde yürüyordu. Yardıma gelen kadın kocasıyla sevişmek dışında her şeyi yapıyordu, ev sahte bir düzenliliğe kavuştu. Uzun uyumalar, televizyon karşısında geçen saatler, resimlerine hızlıca göz atılan aptal dergileri karıştırmak kadının, eve daha geç gelmek, alkolü arttırmak, fazla oyalanmadan yatağa girip huzursuz, yarım yamalak uykulara dalmak da adamın hayatına yerleşiverdi. Pek çok denemede başarılı olamayan çift, bunları da konuşmamaya başladılar, karşılıklı yoksaydılar, uzlaştılar.
            Bir tanıdıklarının evine davet edildiler bir akşam. Öfleye pöfleye de olsa ikna edildiler. İnsanlardan kaçıp bir yerlere sığınmaya çalışmalar işe yaramıyordu. Gelip onu enseliyorlardı. Ve bir iyilik yaptıklarına olan inançları sonsuzdu. “Aaa yalnız kalmışsın sen burda. Gel katıl bize.” Neden bir sürü aptalın ödü kopuyordu ki yalnızlıktan, kendi başına kalmaktan? Ne hakla? Kaç kişinin elinde yalnız kalabileceği bir kendi var? Bunları hiç dert etmediklerini biliyordu kadın. Bir yanı onları kıskanırken bir başka yanı iğreniyordu. Kararsızlığı kendinden de iğrendirmeye başlamıştı onu. Ama başkasızlığa düşmek söz konusu olamazdı onlar için. Başkasızlık duygusunu yaşayabilmek bir ilişki biçimi gerçekleştirmeyi göze almayı gerektirir ve deneyip becerememeyi. Başkasına ihtiyaç duyan, bir başkayı arayan var mı orda? Aslında bunları anlamıyor olsanız da seziyorsunuz. Başka türlü açıklanamazdı yalnızlara bu denli düşmanlık. Başka türlü anlaşılamazdı ilişki kurmaya çalışanı bu denli engelleme çabası, örflerle, adetlerle, baskı altına almaya çalışan hakim tokalaşmalarla, ünvanlara boğulmuş, meze edilmiş tanışma merasimleriyle, omuzlara pışpışlarla karizmayı zedelemelerle, samimiyetsiz samimiyetlerle, uyduruk gülümsemelerle, yalancı memnun oldumlarla. Neye memnun olunur, ne çabuk çözüverirsiniz insanı, düğüm çözücü büyük insan ilişkisi ilizyonistleri sizi. Hiç rahat bırakılmadı kadın. Nasılsınız? Az bulutlu ve açık, yer yer sağanak yağışlı. İlkbahar yağmuru gibiyim aniden yağarım, hazırlıksız yakalarım ve bütün gün vıcık vıcık taşırsınız beni üzerinizde. Süper ultura şanssızım, sinemada bayat mısır hep bana denk gelir, çok hassasım, naif bir bünyem olduğu için midem bozulur hemen. Ya ishal olurum yan koltuktakileri rahatsız ederim –ama utangacım, güvensizim tuvaletten geri dönemem salona, tekrarlanmasını göze alamam bunun- ya da ön koltuğa sıçratarak kusarım. Size tavsiyem ben şehirdeyken kapüşonlu sarı yağmurluğunuzu üstünüzden çıkarmayın, hem sokakta hem sinemada. Sizi de açar üstelik gerekli biri sanılırsınız. Herkes sizden ateş ister, adres ve otobüs duraklarını sizden sorar, yararlı olabilme fırsatı kazanabilirsiniz böylece. Her şeye rağmen tanışılır, kabus devam eder. Kuralına göre oynamıştır oyunu ve kazandıklarının yanı sıra bu ona pek çok şey de kaybettirmiştir, biliyordur bunu ama bunu da tercih etmiştir ve acısını çıkarmayı bilir. Bir sürü zaman harcamıştır şu hale gelebilecek biri olmak için, öyle kolay değil, kafasına kakarlar insanın. Dirsek çürütmüştür yıllarca akademilerde, kilo kilo kitap okumuştur, kendi başına seçmeyi bilmediği için festival filmlerinin hiçbirini kaçırmayarak gözlerini bozmuştur. Şimdikinin on katı festival olsa bir şehirde seyirci yüz kat düşer. Pek çok insan iyi olanın onun için seçildiğine inandığından gider çünkü festivallere. Kendisi seçmek zorunda kalabilmek kabus olur takipçilere. Kalabalıkları severler, galaların, sanatçı lokallerinin vazgeçilmez simaları. Ağızları ile içmeyi bilmezler, bozduklarında da olayı sanatçı deliliğine vururlar. Tıp okuduysa yandınız. Onların okulu daha uzun sürmüştür ve acısı daha da zor çıkar. Tıpsal terimler kullanırlar sürekli, siz bir şey anlamazsınız. Ne kadar ömrüm kaldı sayın doktor demek gelir içinizden, ömrünüzden ömür çalınır. En çok hukukçular bozuluyor bu işe. Onların ağdalı Osmanlı dilleri hiç yakışmıyor şimdiki gençlerin ağzına. Mülkiye dili amcaların, teyzelerin politikacı-aydın ağzına yaşlılıklarıyla yakışsa da, ukalalık ettirmiyor artık yeni nesle. Burada görevlilerin olaya el koymaları gerekiyor. Bu nasıl devlet yönetmek kardeşim. Otoriteyi size biz mi öğretelim? Madem var ettiniz bu işleri, bunlarla uğraşanları da aynı otoriteyi devam ettirsinler diye bir şekle soktunuz, dil ve kültür yarattınız size hizmet etsinler diye o zaman ilgilenin yahu. Mülkiyeli ve hukukçu gençler kendi meslek dillerini ukalalık yapmak ve otorite kurmak için kullanamıyorlar ve bu eksiklik sisteme ve devlete olan güveni sarsıyor çünkü bu dil out oldu. Sosyologlarınız da çözümleyici kuramlar bulamıyorlar şu günlerde. Analitik politikanız göt oluyor, analipolitik kaldınız. Yıkılıyor dermişim. Size döncem. Bu arada kadın insanlarla, adam alkolle boğulmaya devam etti. Eve dönüp televizyon karşısındaki pozisyonlarını alıp aynı kanepenin iki ayrı ucunda bir el uzatımı yakınlıkta ama çok uzakta kaldıklarında kadın magazin dergilerinden aslında hiç orda olmamış ilgisini kocasına çevirdi. Bir süre onu izledikten sonra adam ona döndü. “Evden ayrılmak istiyorum” dedi kadın. Her şey durdu. Kamera afilli hareketler yaptı. Birbirlerinin gözlerinde ipucu taşıyan bir bakış, tepki aradılar. Dergi sayfalarındaki kokoş fotoğraflar sessiz dedikodular, televizyondaki spor şahsiyetleri yorumlarını yaptılar, onlar sustu. Adam hiç memnun değildi hallerinden ama karısının geri döneceğine inanıyordu, inanmalıydı, umut ediyordu. Kutuyu açtırmak istiyorum demişti insan antik dönemlerde, antik bir yarışmada, bilmem bir pazar günü müydü. Thespis sunuyordu yarışmayı. Amfitiyatro tıklım tıklım doluydu. İnsanlar itişip kakışıyorlar, yer bulamayanlar vomitoryumda bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlardı sinirle. Seyirciler bir arınıyorlar, bir bulanıyorlardı. Aralara sürekli reklam alınıyordu. Aşil topuk egzaması için yeni üretilen kremin reklamına çıkıyordu. Çok büyük para aldı deniyordu. Platon tüm bunlara uyuz olmuş, jandarmaları işlerini yapmadıkları için eleştiriyordu. Yarışmaya tekrar dönüldü. Thespis evet hayır yarışması yaptı seyircilerle. Dionisos zil zurna sarhoş sahneye fırladı. Şarap testisini düşürdü yere, parça parça oldu güzelim testi. Daşşak Joe fıkrasını anlattı seyircilere, Zeus çok bozulmuştu bu inekli fıkraya, çaktırmadan yengeye baktı, yok haberi yoktu olaydan. Minotauros’u andılar gülümseyerek Hera’yla. Yarışmaya geri dönüldü. Fallik ezgilerle gelip, dithirambos türküleriyle gidiyordu yarışmacılar. Sonunda kararsız adımlarla bir genç çıktı sahneye. Sizi tanıyalım dedi Thespis. Adım Epimetheus dedi adam. Çok heyecanlıyım biraz yardım edin Thespis Bey. Ee bir şarkı söyle o zaman delikanlı, sakinleşirsin. Seyirci yine çıldırdı. Alkış kıyamet. O civarda yanık sesiyle tanınırdı genç. Tabletlere acilen yazılan istekler sahneye uzatıldı. Bir türlü ne söyleyeceğine karar veremeyen Epimetheus uzun bir bekleme sonunda, ah bir ataş ver cigaramı yakayımı söyledi ve türküyü biraderine armağan etti. Çok severmiş bu türküyü. Zeus bir yıldırım çaktırdı. Duydunuz yıldırımın sesini diyerek başlattı Thespis yarışmayı. Epimetheus sorulara ne cevap vereceğine bir türlü karar veremediği için yarışma çok uzadı, reytingler düşüyordu. Yönetmen ordan işaret etmeye başlamıştı. Buna daha fazla dayanamayan Thespis delikanlıyı yarışmanın galibi ilan etti. Yine arındı seyirci, Platon daha da dellendi. Kutuların yanına getirdi Epimetheus’u Thespis. Şimdi kutulardan birini seç dedi ona. Kararsız genç kutulardan birini seçemiyordu. Tüm cesaretini toplayıp ezile büzüle aslında yarışmaya katılmasının sebebinin kutuları açan hostes kız olduğunu, aylardır onu rüyalarında gördüğünü, onu çok sevdiğini söyledi. Bir kıyamet koptu. Yine herkes çılgınca alkışlıyordu. Thespis hostese dönüp “Pandora, çocuk aslında senin kutuya hasta olmuş keh keh” diye yılıştı. Güçlü kuvvetli, edeleli, kendini beğenmiş erkeklerin baş belası haline gelmiş bu çapkın kız, ne yapayım bu sümüklüyü der gibi bakıyordu. Zeus’un Pandora’ya bakışlarından rahatsız olan Hera, bu kızın başını bağlamak lazım diye düşünerek evlensin bunlar, nikahta bereket vardır diye bağırdı sahnenin hemen önündeki afilli tahttan. Seyircinin onayı da arınmalarla eklendi buna. Pan fülütle düğün ezgileri çaldı. Şenlik başladı, reyting tavana vurdu. Dionisos yalpalayarak Pan’ın yanına geldi, istek çalıyor musun dedi. Sarhoş muhabbeti Pan’ın keçi inadını kırdı, tamam dedi ne istiyorsun. Şiribim, şiribom, şarabımı istedi Dionisos. Pan, bilmiyorum ama mırıldanırsan çalabilirim dedi, mırıldanıldı ama hiç birşey anlaşılmadı. Neyse dedi Dionisos bırak flütü içelim güzelleşelim. Şarabı uzattı Pan’a. Yok abi ben almıyayım, ben üflerim, o beni bozar dedi Pan. Zeus yıldırımlar çakarak sessizlik diye gürüldedi. Ahali susmuş, ona bakıyordu. Evlilik töreni yapalım dedi Zeus. Pandora izin isteyip öne çıktı. Tanrılar, dostlar, Atinalılar dedi. Tüm gözler onun üzerindeydi. “Epimetheus’u benimle evlendiriyorsunuz. O bu yarışmayı kazandı ve açmamız için bir kutu seçmek yerine beni istediğini söyledi.” Epimetheus’a dönüp benim kutumu açmak ister misin diye sordu. Evet dedi delikanlı ondan beklenmeyecek bir kararlılıkla. Seyirciler aç aç diye bağırmaya başladılar. Madem öyle onun için kendi kutumu açıyorum diye seslendi ve keçi derisi çantasından çıkardığı kutuyu açtı. Kutudan felaketler fırladı ve dünyaya yayıldı. Kutuyu Epimetheus’un önüne fırlattı. Şaşkın genç kutuyu yerden aldı. Al bu da sana çeyizim olsun dedi Pandora. Kutunun içinde kalan ve kötülüklerle dünyaya yayılmayan umuda bakakaldı Epimetheus. Platon, ben biliyordum böyle olacağını, bir bokluk olacağını biliyordum, söylemiştim diye avaz avaz bağırmaya başladı. Kutudan umut çıkmıştı, e ne yapılabilirdi ki artık. Yüzyıllık seçim devam etti. Bir umut. Bir kadının bir erkeğe verebileceği son drahoması antik kuntik çeyiz sandığının dibinde bir köşeye sıkışmış kalan, umut. Bir erkeğe sevdiğinin arkasından umut etmekten başka ne düşer ki? Karısını eski haliyle çok özlemişti. Cebinde umut, hatanın nerde olduğunu düşünüyordu sürekli. Ne yapmıştı ya da ne yapmamıştı, bilemiyor, bulamıyordu. Bir iki hafta öncesine dönebilseler ne de mutlu olacaktı ama olmuyordu, olamıyordu. “Belki de yalnız kalmalıyım” dedi kadın. Ne kadar bilmiyordu ama yalnız kalmalıydı. Bunun işe yarayıp yaramayacağını, neler olacağını bilmiyor, aslında umursamıyordu ama bunu adama belli etmedi. Gitmekti o an tek istediği. Adamı kırmak istemiyordu. Belki de en kırıcı olan buydu, incelik. Kendi başına planlar yapıp bir başkasından sadece bunlara uymasını beklemek. Bir ilişkide en bencilce şey ayrılmalardır. O ana kadar her şey iki kişi üzerine kuruludur. Kendi başınıza sevmeye karar vermek bir işe yaramaz, o da istemeli. Birlikte yaşamaya karar vermek de öyle. Ama ayrılık… Biri gider ve kalana katlanmak düşer. Adam saatler sonra karısının arkasından yatağa gidemedi, o yatağa, kadının yanına gidemedi.
            Yerleştiği daireden hemen hemen hiç çıkmadan bir hafta geçirdi kadın. Değişen bir şey yoktu. Pis bir ev, çöplükten oluşan yemekler, yemekten oluşan çöplükler, uzun televizyon izlemeler, uyumalar, aptal dergi fotoğrafları. Birkaç kere okul çıkışında çocuğuna uğradı, başlarda ben iyiyim demek için yapılan telefon konuşmalarını da kesti.
            Biten sigarası yine onu sokağa çıkmaya zorlamıştı. Dağınık saçlar yarı topuz halde topluydu, bol bir kazak, yarı kirli bir kot ve bağcıkları çamurlu bir spor ayakkabı. Güzeldi, farkında olmasa da. Sigarayı bakkalda yaktı, dışarı çıktığında etrafa bakmayı akıl etti. Biraz dolaşmaktan zarar gelmezdi. Akşama doğru yeni bir paket daha aldı. Yorulmuyordu, tüm şehri gezebilirdi sanki. Ama herkes yorulur, herkes aynı şekilde terlemese de. Yorulduğunda dairesinden fazlasıyla uzaklaştığını fark etti. Hangi otobüse binmesi gerektiğini öğrenip atladı otobüse. O gece nerdeyse unuttuğu rahat uykuyu buldu. Erkenden çıkabildi yataktan. Kahvaltı için bir şeyler alması gerekiyordu gerçek bir kahvaltı yapmak istiyorsa. Başka bir şey var mıydı? Soru bakkaldandı. Hayır ama… Kontörlü telefonla bakıştı. Bir şey yoktu, teşekkürlerdi.
            Ne de süper bir kahvaltı hazırladım öyle dedi kendine. Platonik olmadığı kesin bir hatırlamaydı yaşadığı. O uykuda bıraktığı şeyler başka bir uykuyla dönmüştü kadına. Hızla topladı masayı, bulaşıkları birikenlerle birlikte yıkadı. Enerji hat safhadaydı kadında. Bir heyecan, toplanıverdi ortalık. Ne de çok göze batan şey varmış meğer orda. Hepsi de zevk verici şekillere kavuştu. “Evet” diye bağırdı kadın toz bezini havaya fırlatarak. “Geri döndüm!”
Hoş geldin. Yolculuklar nerde başlar nerde biter tam olarak emin olamıyorum. Hele insan yolculuğa çıktığını yolda fark ediyorsa. Ama bir şekilde geldiğini biliyor belki de döndüğünü. Ya da böyle olduğuna inanıyor. Gelmeler ya da dönmeler de kendi başına kendi başına birer duraksa belki de yolculuk hiç bitmiyor ya da yolculuk hiç olmuyor.
Ayaklarının dibinden güvercinler uçuştu. Elinde kalan son simit parçasını da bir kenarda bekleyen doymak bilmez güvercinlerden birine doğru fırlattı. “Hoş geldin” Yanına oturdu karısının. “Ayakkabına pislemişler… İyi görünüyorsun.” “Sağ ol.” İşte karşı karşıyaydılar. O sabah onu aramıştı karısı ve öğle yemeği buluşmak için iyi bir zamanlama olabilirdi. Neşeli bir gün geçirmişti kadın ve telefonda adam da bunu fark etmişti, kikirdemese de kadın. Bunun umut verici olduğunu düşünmüştü adam. Elinde ip, yemek molasını gösterecek saati çekiştirmeye başladı, yerinde duramıyordu. Buluştukları parka geldiklerinde karısını bankta otururken buldu. Onu izlemişti kısa bir süre uzaktan. Simit parçalarını ayaklarının dibine bırakarak etrafını güvercinlerle kaplamıştı. “Ayrılmak istiyorum” dedi kadın. Gözlerini yere dikip ayaklarıyla konuşmadı. Dosdoğru gözlerine bakıyordu. Adamın acı çeken ve acı veren gözlerine bakıyordu. Sanılmasın hastalıklı bir kadındı. Adamın o an fark edecek hali yoktu belki ama acıdan payını alıyordu kadın. Yüzleşiyordu kararıyla, kendiyle. Kaçmıyordu, çocukluk yapmıyordu. Ama adamın beklediği bu değildi. Bu defa gözler birbirinde ipucu arayamadı. Bir iki laf etmeye çalıştı adam ama kelimeler ağızdan çıkmamaya kararlıydı. Kadın o eski haliyleydi. Hınzır gülümseme belki yoktu durumun ciddiyetine karşın ama parıltılar geri dönmüştü. Evet o onun sevdiği kadındı ve aynı evde çok yakınında ama çok uzağında kaldığı zamanlardan daha da uzağa gitmişti. Kaybetmişti onu. Bunu fark etmek çok acı vericiydi ama anlamasına yardım edecek olan da aynı şeydi. Ne diyebilirdi ki o artık kendine gelmişti, eğer bir kendini kaybetmişliktiyse bir iki haftalık hali. O an sana dönmek istiyorum dese kadının ruhsal durumundan kuşkulanmayacaktı. Beklediğinin, umduğunun tersi olmuştu ve farkındalığı dürüstlüğüyle çarpmıştı bu gerçeği yüzüne. Kadın kabalık etmedi, durumu incelikle katlanılır bir hale getirmeye çalışmadı, sarılmaya kalkmadı. Şimdiki problem kabullenmekti. Birbirlerine yardımcı olamayacakları kesin olan problem. Kadın nazikçe gülümsedi. Şefkat dolu bir gülümseme bir zamanlar tutkuyla bağlı olduğu erkeğe. “Üzgünüm” dedi kadın “Biraz zaman geçsin. Ben seni arayacağım.” “Şey” diyebildi adam, “şey”. Yani sessizlik. “Biliyorum” dedi kadın, “biliyorum.” Yalnız başına kaldı adam. Yapayalnız, kimsesiz. Kadın sessizce ağladı giderken. Eski bir dostun cenazesinde dökülen yaşlardan aktı gözlerinden. Adam henüz hazır değildi ağlamaya, daha değildi.

Hiç yorum yok: