17 Aralık 2012 Pazartesi

Sensei ve çekirge diyalogları – anlaşılma çabası



Çekirge: Sensei anlaşılmak istiyorum. Kimse beni anlamıyor.
Sensei: Anlaşılma çabası uçucu bir arzudur çekirge.
Çekirge: Hımm… Akışgan mı olmalıyım? Tek bir form içinde kalmamalı, devinim içinde değişimler mi göstermeliyim?
Sensei: Anlaşılma çabası keskin bir uçuculuğa sahip bir arzudur çekirge.
Çekirge: Keskin ha?.. Radikal mi davranmalıyım. Kabuğumu kırarken gözü kara mı olmalıyım?
Sensei: Anlaşılma çabası kötü bir kokusu olan keskin bir uçuculuğa sahip bir arzudur çekirge.
Çekirge: Uğraşım içinde kirlenmeyi göze mi almalıyım?
Sensei: Anlaşılma çabası zaman zaman gürültülü zaman zaman da sessizce ortaya çıkan kötü bir kokusu olan keskin bir uçuculuğa sahip bir arzudur çekirge.
Çekirge: Tavrımı dikkatle seçmeli, öfkemi ve dinginliğimi birbirleriyle barıştırıp doğru zamanda mı yansıtmalıyım?
Sensei: Anlaşılma çabası senin içine aldığınla değişen zaman zaman gürültülü zaman zaman da sessizce ortaya çıkan kötü bir kokusu olan keskin bir uçuculuğa sahip bir arzudur çekirge.
Çekirge: Hayat gibi mi Sensei?
Sensei: Osuruk gibi çekirge.
Çekirge: Hımm…
Sensei: Anlaştık mı çekirge?
Çekirge: Sanırım Sensei.
Sensei: Sanma çekirge. Parmağımı çek çekirge.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Kıllanma Kılavuzu



            Şu pek çoğu anlamsız olan metayı üreten, kullanma ve kullandırma hakkını kendinde görenlere karşı, metayı kullanmama ve kullanılmama hakkını kullanmamızı illegal olarak görmenizden hiç de rahatsız değiliz. Kullanma kılavuzlarına karşı kıllanmanın nedenidir kıllanma kılavuzu yazılmasının. Kullanmama kılavuzu, kıllanan ve kıllandırandır kullanana karşı.
            Bakışlarınızdaki tehdit ve tahakküme karşı tecavüzvari bir durumla karşılaşan bizlerin üzerinde, tahtıravalli mantığınızın gel-gitleri bir baskı temin etmeye yetmiyor. Ağaçkakan, tüm kakmaları ile tik tak ederek tahtıravallinizin tahtasındaki tahtakurularını işsiz bıraktığında ve takkeniz düşüp keliniz parıldadığında tan yeliyle, tahtıravallinize kahkahalarla güleriz, siz tüm kokanalığınızla kakım kürklerinize sarılırken. Küt küt atan kalbiniz kaldıramayınca bunu, sonunuz görünü demektir.
            Asimetrik paralelin tüm simetrikliğine karşı spiral duygularınızı yüreğimize sokacak bir tornavida yapılmadı henüz. Tehdit ve tahakküm dolu bakışlarınızı üzerinize diktikleriniz tek kelimeyle tumturaklı bir tiksinmeyle tükürüyor tahtlarınıza.
            Üzerindeki et parçaları çoktan çürümüş kurukafanızdan çıkan tıkırtılı kahkahalarınızın takunyalı gürültüsü tehdit oluşturmayan bir temsil artık. Temkinli tarz bile terk edilip, tokalaşmak mümkün değildir sizlerle. Terk ederken tüzüklerinizi, tinsiz teninizi tükürüklerle tahtalıköye yollayabileceğimizi bilenleriz.
            Topluluk olmanıza tezat tekinsizliğinizle sizi tek başınalığımızla tokatlayacak taşkınlığımız takdir görendir. Tacizlerle dolu tarumar teşebbüslerinize tek cevap, toynaklı ayaklarınızı saklayamayacağınız tecrit mekanlarında toslayacaktır tizlerinize. Tekinliği olmayan tahtlarınızda süren düşük hayatınız tahdit altında artık. Tez elden terk etmeye çağırıyoruz tahtlarınızı, tutkuyla tehdit ederek tinsiz teninizi.
2001/Ankara

14 Ekim 2012 Pazar

Nesr-i Dilriş




Ben olunca ben bende
Eylesem de ben gibi
Meylesem de ben gibi
Olmaz isem ben gibi
Neyleyeyim ben eyi
Ben gibi olunca eyle meylerim
Kalmaz isem ben gibi
Neyleyeyim ben meyi
Ben gibi kalınca
Meyle eylerim
Demem gayri
Neyim ben nerdeyim
Ben diyince tine
Tin girince tene
Sen gelince sere
Beni sen gibi
Seni ben gibi severim
Çok sıkıldım laf eyledim
Sana derdim zerk eyledim
Son söz edip çekileyim
Dert üstü dert ekmeyeyim
Eyle kalma
Meye kızma
Geyi anla
Köyle kanma
Gel can ol canıma
Olabilir sürçü lisan
Bilir bizi bizden olan
Ferdi fikre ayrı tutan
Utan ulan utan

Bu belki münasebetsizlik ama benim siyah bir benim var en münasip yerimde

8 Ekim 2012 Pazartesi

X PANSİYONU



Ahu'ya


            Akşamüstleri kapım çalındığında elinde kurabiyelerle çat kapı gelen ev sahibime alışmıştım artık. Geleceği saate yakın çay suyunu ısıtmak iyiden iyiye rutin bir hal almış, gelmediğinde evde bir eksiklik hissetmeye başlamıştım. Arayı soğuttuğunda ise meraklanmak hem kendiyle sinir bozucuydu hem de sinir bozucu olabilirliğiyle sinirsek. Çaydanlığın altını ateşe vermiş etrafı karıştırır, mülkiyetle kırıştırırken çalan kapı zili kırk beş dakika rötarlıydı. Figen Hanım da şaşkınlık aramıyordu zaten gözlerimde. Elindeki kurabiye kabını mutfağa bıraktım. Ne de çok yapmıştı bu sefer. O çoktan salona geçip her zaman oturduğu koltuğa yerleştirivermişti sadece şirinliğiyle katlanılabilir olan koca kıçını. Büyük bir kıç kadınlarda ancak belli bir yaştan sonra hoşgörülebilecek bir uzuvdur pek çok erkek için. Benim için de öyleydi. Şirinlik, sempati hatta saygınlık bile uyandırır, tabii ki her şeye rağmen özgüven sınırlarını aşarak kokona bir havanın kendine has iğrençliğini dışa vurmuyorsa. Genç bir bedendeyse, tüccar gözde doğurganlığın işaretini taşıması bir yanda durur haliyle. Onunki sadece annelere uygulanabilen –belki de Oidupus’tan miras kalan hakla- tıpışlanabilecek büyük kıçlardandı. Yani şirin. Kendi kuru denebilecek kıçımı onun şirin olan kıçının yerleştiği koltuğun karşısındaki kanepeye gömdüğümde yeni yaktığı sigaradan acemi nefesler çekiyordu. Pek nadir içerdi sigarayı ve zor da olsa alıştığım gülümseyişi yoktu yüzünde. Hayırdır bekleyişi bir miktar uzundu. Konuşacak bir konu bulunurdu. En akla gelmez konular hakkında saatlerce konuşurdu tombul kıçının verdiği şirinliğin sınırlarını zorlayarak. Bu garip kadına alıştığımı çok sonraları fark ettim, sanırım erkeklerin o aciz denen, yalnız kaldıklarında hayatlarından geçen sayfaları tekrar tekrar ve inatla okudukları anlardan birinde. Hala anlayabilmiş değilim neden uğrardı bana zırt pırt, neden bu denli seviyordu benimle vakit geçirmeyi. Teyzelerle neden iyi anlaşıyordum ben. Asıl ilginç olan bu olmalıydı ya. Neydi bu bendeki enenmiş libido. O gün Figen Hanım Teyze’nin abuk sabuk konuşmalarının ve sinir bozucu gülümseyişinin yerini suskunluk almıştı. “Senden evden çıkmanı rica ediyorum” deyiverdi. Bu onu rahatlatmış olmalıydı ama ne tepki vereceğimi öğrenme merakı yeni bir kaygı doğurmuştu içinde. Bir tanıdıklarının evi satın almak istediğinden, ekonomik durumun bozukluğundan, onu anlamam gerektiğinden falan bahsetti bir süre. Hep konuşmak istiyordu sırf suskunlukta boğulmamak için ama söylenebilecek pek bir şey de kalmamıştı. Mecburen olur dedim. Başka ne denirdi ki? Son kirayı vereli bir ay geçmesine rağmen bana istediğim kadar süre vereceğini söyledi. Derin plastik kaptan taşan kurabiyelerle beni yalnız bırakıp gitti. Kurabiyeler çok fazlaydı. Neydi bu ironi mi? Hepsinin o evde bitmesi mümkün olmayan kurabiyelerle başbaşaydım. Fırının başında bir aşağı bir yukarı dolanmış, oyalanmış, o da yetmemiş bol bol yapmıştı zamandan çalmak için. Ne ironi, ne özür; bu bir yardım çağrısıydı aslında, iletişme çabası kendisinin bile farkında olmadığı. Kalın kabuklu yaşamda bir süre içinde hepten kaybolacak bir insan figürüydü Figen Hanım Teyze. Bu refleksiv hali onun en güzel yanıydı, pek çok kadının olduğu gibi.

            Birkaç gün, ev aramanın bir işe yaramadığını anlamama yetmişti. Yalnız olmam ve kiraların yüksekliği büsbütün zorlaştırıyordu istediğim gibi bir ev bulmamı. Emlakçılık üzerine derin düşünceler ürettim ev aramalarında. Ne anlamsız bir meslekti. Günümüz yerleşik toplumunun tefecilik ve pezevenklikten sonra gelen en anlamlı mesleği. Senin olmayanı başkasına kak. Daha fazla bunalmanın anlamı yoktu ve bir ara dikkatimi çeken X Pansiyonu tabelalı yer geldi aklıma. Figen Hanım’a anahtarı verirken onunu kurabiyelerini özleyeceğimden emindim. “Gelirsin değil mi, ziyaret edersin beni” “Tabii”.



            Yalan. Göç edenler ya da sürülenler geri dönmemeli, hatıralarındaki gibi kalsın istiyorlarsa ardında bıraktıkları. Arka? Tamam daha iyisi olmalıydı. Bu hatırada kalan iyi ya da kötü olabilir. Tarihe bir şans tanımak lazım demeyin şimdi. Ne tarihi? Kendi hatıralarınızdan, kafanızda kalanlardan bahsediyorum ben, tarih değil bu. Muhtemelen çoğu saçma sapan yanılsamalar, yanlış anlamalar, duygusallığın saptırdığı gerçeklikler, kendinizi kollamak için kulp takmalar ya da gerçekle alakasız anılardır ama olsun, sizsiniz onlar. Aman dikkat edin kendi kurduğunuz yaşamın temellerini sarsmanın ilk adımı olacaktır geri dönmeler. Ne yapılır sonra sizinle, sizi silinmiş sizle kim ne yapar, siz ne yaparsınız sizsiz bir sizle? Aman döneyim demeyin sakın, göç yolları daireler çizmesin, geriye dönmesin yolcular, göçmenler, kaçaklar, sürgünler, serseriler. Dönüşlerle ve döneklerle dolu tarihin çöplüğü. Uzlaşmamalı gidenler ya da bir zamanlar fakir ama gururlu olanı yüze vurma denen kendiyle barışık olamamayı yaşamamalılar. Hele yuvaya misafir olarak dönme fikri tamamen anlamsız. Ah boktan cenaze törenleri, salak düğünler. Ah gidip de kalamayanlar, dönüp de kanamayanlar, kaç kişinin cenazesine gelmesini diler, kaçının düğününe gidebilirler? Mobilyaların tümü Figen Hanım’ın olduğundan toparlanması da kolay oldu. Kirliler bir valize, temizler bir diğerine. Ve yola düştü.

            Yollar; bulvarlar, ana caddeler, ara caddeler, çıkmaz ve arka sokaklar, sapaklar,  otoyollar, tek yönlüler, çift yönlüler, ters yönlerle şeklen ayrılsa ve karanlık, loş, aydınlık, kuru, ıslak, çamurlu, puslu, kokululuklarıyla sıfatlansa da, kişiye göre ayrı anlam barındırırlar. Bu da yetmez, duruma göre farklı bir anlam bulurlar. Aynı yoldan değişik bir durumda ya da duyguyla geçmek onu tümden değiştirip, farklı bir anlama atacaktır. Sık geçmelerin biraz şehirli belki biraz da züppe bir sahiplenmeyle verdiği o alışılmış havada bile bir tedirginlik ya da meraklı bir heyecan bulunasıdır. Her bitiş başlangıçla birlikte olsa da aralarındaki boşluğu ‘yol’ doldurur. O yola farklı bir anlam yüklemek için en uygun anlardan biridir bu boşluk. Zayıf bir el feneri ile aydınlatılan yol ayaklarınızla ezildikçe karanlığa döner ve gölgeye basmak, aydınlatıcıyken en kolay olandır. Aydınlatmak gölge oluşturmakla aynı yöne bakar siz aydınlığa bakarken bile. Solgun bir fenere ihtiyaç duyulmayan bir devirde ve saatte, iki valizle daha önce de geçtiği yollardan farklı bir yükle ilerliyordu. Sokağı, gözlemlenen ya da dıştan bakılan bir şey olarak görme yerini, artık onda tanıdıklık arama telaşı almıştı. Bu sokaklar farklı arşınlanacaktı bundan böyle. Bir anlamda varolma çabasıdır bu küçük olsa da insanın. İletişmek de böyle bir şey işte, eskiye dönüş yoktur. Sokağın sonunda tüm mağrurluğuyla dikilmişti. Henüz ulaşmadan, idama giden birinin ipte, farenin kapanda, şövalyenin şatoda, askerin nöbet kulübesinde, öğrencinin okulda, memurun büroda, işten dönen babanın evde, koyunun ağılda gördüğü de bu mağrurluktur. İşlevi, anlamı, büyüklüğü önemsizdir. Mağrurluk içselleşmiş bir tanrıdır. Bu durumun farkındalığı hadi bakalım dedirtebilir. Hadi bakalım demek de ona düşüyordu. Yaklaşmıştı.

            Dışarıdan bakıldığında alışılmış eski ahşap evlerden birisi. Koca bir demir kapı ile bahçeye giriliyor. İçeriye göz atılmasına izin veren kapılardan. Kıvrılan, yer yer çiçeklere dönüşen demir kapı süsleri parmaklıkların arasına sıkışıp kalmış, içeri ve dışarının nöbetini tutan kapıyı izliyorlar. Siz de hem bahçeyi ve ardındaki evi, hem de sınırı izliyorsunuz. İçeriye göz atılmasına izin verse de size dışarda olduğunuzu soğukluğuyla anlatıveriyor dallarla sarılmış demir kapı. İstanbul efendisi kültürünün böyle ilginç incelikleri vardı işte. Yanağınızı okşayarak durdurur sizi. Ama modern kültürün sonradan görme kapılarının görgüsüz küfürleri var artık. Önünde durduğunuzda suratınıza tükürür o hantal ve kayarak yana açılan metal yığınları. Herkesin arabası var tabii şimdilerde. Yüzüne tükürülmemişti o ahşap evin önünde ama edeplice kulağı çekilmişti, seni hınzır delikanlı denerek. Ya tükürük ya da edep. Bir kapının karşısında payınıza başka ne düşebilir ki? Ve varlığı her zaman dışarda kalmışlığın sebebi. Atıverdi kendini bahçeye. Fazla ilgi görmemiş bir bahçeydi bu. Büyük bir erik ağacı çimlerin ve çiçeklerin arasından betonlara bakınıyordu. Uzun zamandır kullanılmadığı belli olan köpek kulübesi kenarda unutulmuştu. Emin olun ilk onlar unutulur, yıkılan ağaçların yerine yenileri dikilmediğinde. Geçmişten fırlayan hortlaklık, havlamanın duyulmadığı ve çoktan çürümeye başlamış köpek kulübesinin devasa bir anıt gibi karşınıza dikildiği bahçede öper sizi sırıtan kellesiyle. Kat kaloriferine geçildikten sonra –ki bu ‘geçme’ zırvasının sinir bozuculuğuna dikkat çekerim- kullanım dışı kalan sıra sıra kömürlükler ha yıkıldı ha yıkılacak dedirtiyordu insana.



            Kapıyı yirmili yaşlarda bir kız açtı. Bir müşteri olduğum her ne kadar belli olsa da, beni baştan aşağı süzüp, “Buyrun, ne istemiştiniz” deyiverdi. “Tanrı misafiriyim evlat” demek yerine bekleneni, “Boş odanız varsa bir süre kalmayı düşünüyorum”u sesledim. Hanımın bir süre sonra geleceğini, içerde bekleyebileceğimi söyledi. Pekiyiydi. Girişte koca bir boşluk karşıladı beni. Bir kenara konmuş koltukları gösterip onlara oturttu beni. Yemek ya da oturma odası haline getirilmiş bu boşluk bir el hareketiyle bekleme salonu oluverdi. Amma da ilizyonist şu insanlar. Sağ köşeden merdivenle üst kata çıkılıyordu. Etrafımdaki kapılar neleri saklıyorlar bilemiyordum ama birinin mutfak olduğunu bana kapıyı açan kızın girip çıkmaları sırasında gelen kokulardan anlamıştım. Salondaki eşyalar beklediğimin aksine yeniydi. Halbuki bu binayı dışardan her gördüğümde gözümün önüne ahşap koltuklar, hikayeleri unutulmuş zaman sarısı fotoğraflar, antika vazolar falan gelirdi. Düşündüğümün aksine modern eşyalarla dolu salonda kendimi yabancı hissetmiştim ama eşyalar benden daha yabancı olmalıydı bu binaya. Her ikimizin de yabancılığı aynı şeyin üzerine kuruluydu sanırım; kırılmış beklenti. Ummak kaybetmenin ilk aşamasıydı.

            Saçma sapan iş görüşmeleri vardır. Tamam saçma olmayanı yoktur. Hiç size ait olmayan, siz olmayan bir şekille beklersiniz içeri alınmayı. Hemen yanınızda sizinle bekleşenler de bulunur bazen. Ben ne arıyorum burda diye düşünürken üzerinizdeki rakip gözden kaçmaya çalışırsınız ama nafile bir çabadır bu. Yetinmez sizinle konuşmaya çalışır, tartar sizi, yıldırmaya çalışır aklı sıra. Başkalarıyla konuşurken bile size söylüyordur sözü. Hangisi daha kötü diye düşünürsünüz, iş görüşmesi mi yoksa sizi kendine rakip görenin arkadaşlığa bulanmaya çalışılan tacizi mi. Bazen sizin gibi yanlışlıkla oralara gelmiş, düşmüş biriyle de karşılaşabilirsiniz. Bir çeşit suç ortaklığı paylaşılır hiç konuşmadan. O ahşap evin modern eşyaları ile aramızda buna benzer bir ilişki kurulmuştu ki acele içinde hoş bir hatun girdi içeri. Kapalı kapılardan birinin içine dalıp birkaç dakika kayboldu. Aynı aceleyle dışarı çıktığında beni fark etti. Yanıma gelip kendini tanıttı. Aliye. Pansiyonda bir süre kalmak istediğimi söyledim. Ya, pansiyon, oranın da bir kimliği vardı kafamda. Boş odaları vardı ve tabii ki kalabilecektim. Mutfaktan çıkan kızı yanımıza çağırıp odalardan biriyle benim için ilgilenmesini istedi. Pakize’ydi ve kalacağım odayla ilgilenirken Aliye’yle birer fincan çay içtik. Acelesi olduğu için özür dileyerek kalktı ve biraz önce kaybolduğu odadan bir anahtarla geldi. Ayrıntılar sonra halledilebilirdi ve fırlayıverdi kapıya doğru.

            Ben boş fincanla oynarken Pakize gelip odamın hazır olduğunu söyledi. Ruknettin adlı bir çocuğa seslenip eşyaları taşımam için yardım etmesini istedi. Bu sivilceli çocuk pek nadir konuşuyor. Bana tüm söylediği, valizleri odama kadar getirdikten sonra ettiğim teşekküre karşı bir estağfurullah idi.

            Ufak bir odam var artık. İlk işim pencereden bakmak oluyor. Manzara yok. Yalnızca binalar. Uzandığım yatak hemen sarıverdi beni. Aç bir karınla da uyandım. Odadan çıkarken önümden bir kara kedi geçti. Ardından da güzel bir kız. Kediyi kucağına alıp, “Siz yeni müşteri olmalısınız” dedi. Ya, müşteri. Benim de bir kimliğim vardı. “Adım Aynur. Yeni bir insanın olması güzel oldu. Değişiklik olur. Severim değişikliği. Siz, ben ve Seyfi’den başka kimse yok pansiyonda. Çalışanları ve Aliye’yi saymazsak tabii.” O akşam yemekte Seyfi’yle de tanıştım. Ruknettin evine gidiyor, Pakize ise pansiyonda kalıyordu.

            Aliye sempatik ama sinirli bir kadın. Ruknettin ve Pakize’ye sık sık bağırdığına şahit oluyorduk. Parası az olduğu için çalışanları da az. Onun tüm gerginliği de bu para sıkıntısından zaten. Dır dır çeneli temizlikçi ve aşçı Pakize ile erkek işlerini halleden, yani hamal, ayakçı, kapıcı ve daha pek çok şey olan Ruknettin tüm çalışanları Aliye’nin. Ruknettin ve Pakize epey ilginç insanlar. Pakize işini çok seviyor. “Kocamdan dayak yiterek yaptığım işler için burda para alıyorum. İyi ki terk etmişim onu.” diyor. Diyor da aslında kocasını terk etmedi Pakize, Aliye kocasına gitmesini engelliyor. Eski kocası Pakize’yi hastanelik ettikten sonra Aliye yollamaz olmuş onu kocasına. Avukat arkadaşlarından birini araya sokup boşatmış Pakize’yi. İki de kızı var, biri dört diğeri iki yaşında. Boşandıktan sonra kocası, “Erkek doğuramadığı için kovdum onu” demiş. Pakize bunu duyunca çok üzüldü. Neden benim oğlum olmadı diye ağladı uzun uzun. Çocuğun cinsiyetinin erkeğe bağlı olduğuna zor inandırdık onu.

            Ruknettin Pakize’nin aksine çok sessiz. 16-17 yaşlarında. Altı kardeşten üçüncüsü. İlk ikisi kız olduğu için babası çok sevinmiş ve gururu olmuş Ruknettin, diğer üç erkek kardeşi gibi. Ama şimdi başından savdığı eşek sıpalarından biri yalnızca. Kızları ilk fırsatta evlendirmiş, erkeklerse evi geçindiriyor. Uzun boylu zayıf bir genç Ruknettin. Eskilerin kikirik dediği. Hayatındaki en büyük macera kömürlükte eli sikinde komşu kadınları gözetlemek. Belki, olur a biri onu çağırır ya da çıplak görür birini. Ama beklediği çağrı üzeri siyah bantlarla kapalı göğüs resimlerinden gelir. Emek harcamadan zevk yok, hayal gücünü kullan. Yakalanırsa kovulacağını biliyor. Fakat kirli kömürlüğe ondan başkasının girdiği görülmemiştir. Ki risk körüklemez mi zevki. Ama işi başından aşkın aceleci Aliye, kan ter içinde ve yüzü gözü ise bulanmış Ruknettin’i yadırgamaz. Neredeydin diye sorsa da cevabı dinlemez.

            Emin olun Pakize’nin de hayalleri vardı. Olmaması normal karşılanmazdı ya. Her ne kadar hayalleri olsa da onun için istenileni kabule hazırdı ve kabul de etti. Rahat bir ev düşledi ilkin. O zaman henüz evlenmemiş, yavaş yavaş büyüyen acılı göğüslerine şaşkınlıkla bakıyordu. Sıkıntı çekmeden yaşadığı, kocasını mutlu ettiği, çocuklarını sevdiği bir ev mutlu edebilir onu sanıyordu. Kim bilir, mutlu edebilirdi belki de. Daha çocuk olabilirdi ama bu düşüncelerine çocukluk demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Hayal kurmaya başlamıştı bir kere ve devamı da geldi. Alışkanlık yapan bir özelliği vardır hayal kurmanın. Havasını pek çok nefesle birlikte kokladığı yatak odasının tavanında ne çok dişil hayaller gezinmişti kim bilir. Çok başka olsalar da çoğu insanın hayalleri oralarda başlar. Ranzanın tahtalarına çiziktirilen ilk aşklar yıllara inat orda kalırlar. Ve biz bunları hiç anlayamayız. Ne yazık ki mi demeli neyse ki mi bilemiyorum. Pakize daldıkça hayallere bir hizmetçi istedi. Henüz küçüktü ama çok çalışırdı baba evinde, dinlenmeliydi kocasınınkinde. Bir de arabamız olsun dedi düşündükçe. Kocası, onu ve çocukları pikniğe götürürdü ya hafta sonları. Daha sonra arabadan vazgeçti. Emindi ki çok içecekti kocası. Tanıdığı pek az ama her birinin de aynı olduğunu düşündüğü erkekler, amcalar gibi. İçkici adama araba yaramazdı. Allah korusun ya kaza yaparsa? Çok uzun boylu olmamalıydı kocası. Siyah bıyıkları olmalıydı. Adaleli kolları, kıllı. Bir ara kaçamak çarşıya inmelerinde gördüğü yakışıklı gençleri hayalledi, ellerin temizlikten başka işlere yaradığını da öğrenerek. Fakat bir bütünlük kuramıyordu bu düşlerde. Bilmiyordu o erkekler ne yer, ne içer, habitatları nedir. Ve vazgeçti o iyi giyimli, bıyıksız, yakışıklı erkeklerden.

            Bu genç ve körpe kıza bir kadın oğlu için göz koymuştu. Birkaç defa görmeye gelindi, Pakize’nin annesi almadı eve. Hem kocasından korkuyor, hem de kızın küçük olduğunu düşünüyordu. Fakat alıcı ısrarlıydı. Araya tanıdıklar sokuldu. Babaya çok baskı yapıldı. Adam dayanamayıp verdi kızı. Belki de iyi olur demişti adam. Hali vakti yerinde bir aile. Oğlanın babasının bir yedek parça dükkanı vardı. Askerden dönen oğlunu evlendirip işi yavaştan ona bırakmayı düşünüyordu. Baba durumu karısına anlattı. Pakize’ye anlatmak anneye düşmüştü. Koca karısının, anne kızının fikrini sormamıştı anlatmalar sırasında. Hayırlısı, düğünde bereket vardır, oğlanın eli yüzü düzgün, durumları da iyi maşallahlarla kendilerine ve birbirlerine bu durumu kabul ettirdiler. Akşam oturmaya gelindi. Erkek fazla uzun değildi. Bıyıkları yeni uzuyor, gömleğinin yakasından uzanan göğüs kılları ondaki potansiyeli gösteriyordu. Pakize kahveleri verdikten sonra çekildi.

            Kahve hep yakınlaşmayla hatırlanır. Bunu bir kenara not etmeli, şenliklerini yapmalıyız. Falıyla sohbete açılır, nargileyle zevke, kokusu, tadı, çeşitliliği, fondiple bitirilemeyince altınla dolmak isteyen fincanı, yalnız içildiğinde bir Adanalı Arap’ın gülümseyen esmerliğini hatırlatması. Oysa o odada Pakize’nin elindeyken pek de anlaşılamayan bir anlaşmanın altına kendi narin elleriyle attığı habersiz bir imza demekti. Her şeye rağmen bir kahveci dükkanı bulunan, kavruk kahve kokusuyla sarılmış narin bir ara sokaktı Pakize.

            Aynur konuşmayı çok seven bir kadın. Bir aralar gece çıkmaları sıklaştığı için kedisi ilgisizlikten çok rahatsız oldu. Onun rahatsızlığı beni de rahatsız etti. Empati değil tabii canım. İlginçtir beraber olduğu erkeklerin hepsi gitar çalıyor. Çoğu da barlarda sahne alıyor. İstisnasız hepsi de çaldığı barlara davet etti beni, kalın duvarlı kalelerine. Siz ne işle meşgulsünüz. Pek meşgul olduğum yok, bazen sizin gibiler meşgul ediyor beni. Atom mühendisiyim, gelin bir gün dükkana birlikte atomu parçalayalım. Onu sağ salim halledebilirsek sıra önyargılara gelir. Hem sizi emcemle tanıştırırım. Neyse birkaçını dinlemeye gittiğim de oldu. Aynı parçaları değişik seslerden dinlemek Aynur’u sıkmasa da, o parçalara öyle alışmıştım ki, yanlış akorlar kulağıma batar olmuştu. Güzelliğinin bilincinde olan bu hatun erkekleri etkilemekten hoşlanıyor. Benim üzerimde de bir etkisi olduğunu söylemeliyim. Takıldığı gitaristlerden birinin gitarını takırlatırken beni gördüğünde hatunun yüzüne yapışan gülümseyişi bilen bilir. Fakat Seyfi’nin üzerindeki etkisi bendekine göre çok daha fazla ve derin. Beğenilmenin hoşuna gitmesi bir yana, Seyfi’nin beğenmesi ona başka bir zevk veriyor. İstediği kadını elde edeceğine inanan Seyfi içinse bir savaşa dönüşmüş halde bu etkilenim.

            Kadınları tanıdığını düşünen adamlardan şu Seyfi. Belli bir işi yok. Bir gececi. Şeytan tüyü olan insanlardan. Kendini sevdirmesini biliyor. İşin raconun bilen bir adam kısacası. Parası olmasa da kendi deyimiyle şahsiyeti olan biri. Fakat bu şahsiyet Aliye’ye sökmüyor. Geç de olsa bir yerlerden bulup oda parasını veriyor Aliye’ye.

            Aynur gitarcı sevgililerinden sonuncusuyla ayrılalı epey olmuştu. Seyfi de bu durumdan faydalanmasını bildi. Yalnız olan ve yalnızlığa tahammülü olmayan Aynur, kendi kendine yetemediğini de anladığında Seyfi’ye yakınlaşmaya karar vermişti. İkisi de ilişkide üstünlüğü ve gücü elinde tutmak isteyen insanlardan olduğu için ilişkileri inişli çıkışlı ve gürültülü oluyordu. Bu gürültülerin doruğa çıktığı zaman, Aynur’la Seyfi’nin kavga ettiği bir günün gecesiydi. O gece Aynur bir başka gitarcıyla gelmişti pansiyona. Komiktir, romantiklerin yerini hızlı ve eğlenceli parçalar almıştı. Bunlar Seyfi’yi çileden çıkarmaya yetti. O geceden sonra ikisi arasındaki savaş şeklini değiştirmişti. Birbirlerini kıskandırma ve küçük düşürme savaşı. Ertesi gün Seyfi bir kızla geldi pansiyona. Seyfi’nin birlikte geldiği kızın bir arkadaşı, Aynur’un gitarcısının da kuzeni olduğunu sonra öğrendik.

            Seyfi, taraflarından çok sevildiği arkadaşlarıyla bir gece alem yapmış ve alkolle bozmuş, Aynur’un gittiği barlardan birinde onu bulup olay çıkarmış. Adamlardan fena halde dayak yemiş ve atılmış bardan. Aynur da sarhoşmuş ve Seyfi’yi döven adamlardan birinin kafasına şişe fırlatınca onu da kovalamışlar. İki sarhoş o gece sabaha kadar didişip tekrar denemeye karar vermişler. Her şey yolunda görünse de biz ne kadar süreceğini merak ediyorduk. Bir süre sonra Seyfi ortadan kayboldu. Kılıksız adamlar defalarca gelip onu sordular, günlerce pansiyonun etrafında dolandılar. Ardından Aynur’a Seyfi’den bir mektup geldi. Borçlu olduğu insanlardan ve kaçması gerektiğinden bahsediyordu mektupta. Ne yapması gerektiğini bilemeyen Aynur bize danıştı ve Seyfi’nin kimseye söylememesini tembih ettiği adrese gitmeye karar verdi. Bunlardan haberdar olan Ruknettin bunun hayatının fırsatı olduğunu düşündü. Seyfi’yi arayan adamların kim olduğunu biliyordu. Onlara duyduklarını anlatmanın onu sefaletten ve kömürlükte otuz bir çekmekten kurtaracağını düşünüp bildiği her şeyi o kılıksızlara anlattı. Aynur eşyalarını toplayıp, kedisini de alıp bir gece çıktı gitti. Onu takip ederek Seyfi’yi bulacaklarını bilen adamlar Aynur’u bekliyorlardı. Seyfi’yle Aynur’un bir gecekonduda ölü bulunduklarını gazeteden okuduk. Gecekonduların düzensiz ve karışık yolları ikisinin kararsız hayatlarına benzese de, çamurlu ve karanlık sokaklar Aynur için doğru yer değildi sanki. Sağlı sollu ufak barlardan sızan renkli ışık ve gitar tınılarının kusmuklu taşlarını öptüğü, fazlaya kaçılmamış şekilde aydınlanan bir sokaktı Aynur, trafiğe kapalı ama açık. Tınısız, ışıksız bir sokağın cinayete şahit olduğu bir gecekonduda öldü. Sanırım haksızlıktı.

            O günden sonra Ruknettin’i gören olmadı. O düşündüklerini bir ölçüde gerçekleştirmişti. Genç yaşta bu ortamlara girip ilerde bilinen ve saygı duyulan güçlü biri olacağına inanıyordu. Beklediği gibi onu adamlarından birinin yanına verdiler. Artık otuz bir çekmiyordu. Yanında olduğu adam bir oğlancıydı, potansiyel şorşak Ruknettin’e hayallerinin ne kadar boş olduğunu gösterdi. Ve Ruki, kendi gibi sidikli bir çıkmaz sokakta bilekleri kesik bir cesetti ilerleyen günlerde. Kömürlük tahtalarının arasından baktığı bacakları daha yakından duyumsayacağını düşünmüştü. Pavyonlara giren tombul, iri memeli, boyalı kadınların arasında olacağını kafasında kuruyor, hatta onların patronu olmayı bekliyordu. Göreceli bir şeydir güzellik, çoğu için çıplaklıkla doğru orantılı olsa da. Ruknettin’e sorulsa o da güzel ve bakımlı kadınlardan hoşlanırım derdi. Kadın göğsünü üzerinde siyah bantla tanıyan bir kuşaktandı. Eline yabancı porno dergilerden geçirme fırsatı bulamadığından şeklen bilememişti bir vajinayı. Üç film birdenlerde araya atılmış parçalarda da tam olarak kestirememişti şeklini şemalini. İnsanın sadece ve muhtemelen uydurmalarla dolu efsanelerden bildiği bir şeyin hayatta, hayatında bu denli önemli olabilmesi üzerine kafa yorulabilecek bir şey olmalı. Bu çok hayranlık uyandırabilecek bir şey de olabilir, insan tarihinin rezaleti de. Geceleri düşündükçe bacaklarını titreten, yüzünü terleten seks hatta sikiş, Runnettin’in pek de beklediği gibi olmamıştı. Din ve Ahlak Kültürü hocasının derste kız öğrencileri sınıftan çıkarıp, erkeklere boy abdesti üzerine ayrıntılı bilgiler verirken öğrendiği etek traşı tabii ki kadınlar için de geçerliydi. Şu hayallerindeki kadınların üstünde olduğunu düşünürken gıdıklarcasına batan kılları da hayal etmişti. Hatta bunu fantezilerinin göbeğine yerleştirmiş, yeni tıraş olduğunda batan kıllar bile onu çıldırtmaya başlamış, soluğu tuvalette almaya başlamıştı. Ama kıllı temas, balonoz patronun sert, uzun ve acımasız bıyıklarının Ruknettin’in ensesine doğru eğilmesiyle oluvermişti, içki kokulu salyalarla birlikte. Bu durum kimi için şanssızlık, kimi için de şiirsel adalet olarak görülecektir.

            Üzerimize sifon çekmişti birileri. Dönerek ve kıvrılarak diğer bokların yanına doğru gidiyorduk. Öğleden sonra kalkmış, duş dışında her modern züppenin sabah hayali bir fincan kahve için aşağı inmiştim. Orada onu gördüm.



            Hem karanlığın ortasında parıl parıl bir ışık, hem de etrafındaki tüm ışığı çekip yutan bir karartı. Işıl ışıl karanlıktı. Saçma sapan bahaneler uydurup etrafında dört döndü. Tek kelimeyle aptal bir hal ve aptallığıyla güzel. Farkında olmadan saçmalamak ve tüm bunların farkında olmak, kontrolsüz bir halle ordan oraya savrulmak ve hala kontrolü elde tutmaya çalışmak. Onu izleyip şu haline gülümsemekten başka elden gelebilecek bir şey yoktu işin aslı. Rezaletinden utanıp bir kenara saklanmış ne yaptığını, ne yapması gerektiğini yuvalarından fırlamış gözlerle ve ahmak bir sırıtışla düşünürken kızın onu bulup yakasına yapışarak uzun uzun öpmesi olmasaydı ne yapardı bilemiyorum. Saygıdeğer bayanlar sizler de erkeklerin bu halini fazla uzatmayın. Gaklar guklar, kaçacak yer arama çabası bir sonuç getirmiyordu. Kadın onu saklandığı yerde bulmuştu. Gözlerindeki tozu, dudaklarındaki örümcek ağlarını, kalbindeki küflü mantarları temizlemesi bir öpüş kadar sürmüştü. Bulunmuştu artık, kadının olmuştu. Az konuştular çok seviştiler, çok konuştular daha çok seviştiler. Nefesini dinledi kadının, göğsünün kokusunu doldurdu göğsüne. İçim dedi kadın sessizce, içimsin.

            Kendisinden parçalar koparılıp kendisinden uzaklarda kendisinden bir parçanın tutsak olması mıydı bu, yoksa kendisinin yeni kendiler bulması mı kendi olmayan, kendinin olmayan ama bir şekilde işte, bir anda oluvermişlikle işte kendinden olanda, parçası olanda. Bilemezdi bunu, belki de hiç bilemeyecek. Ne de olsa ölecek sayfaların bitimiyle. Bir sarhoşlukla geçti günler. Gitmeliyim dedi kadın, gitmeliydi, gitti. Erke meraklı biri olmasa da ortada, terke yazgılı olanlar vardı. Sarhoşluğa davetli misafirler kusmuk temizlemeye kalmazlar. Sınırlı sorumlu kolleksiyonistler kooperatifinin ödül törenleri ve şi(l)t dağıtma toplantılarını takip edin, ışıklayan gözlerle ve karanlıkla kollayın kendinizi çok şey görürsünüz. Ama keskin sözler aptal kulaklarda yatıyorsa uykuya karartan ışıklar da aptal gözlerde yatarlar. Benden bu kadar, iyi uykular.



            Sifon çekilmişti üzerimize birileri tarafından ama suların çekilmesiyle fark ettiğimiz helanın bir kenarında kalan parçalarımızdı. Ben bir kenarda, Aliye bir kenarda. Dede yadigarı konağı çevirdiği pansiyon kimselerin uğramadığı bir yer olup çıkmıştı. Kocasıyla barışan Pakize Aliye’nin küfürleriyle çekip gitmişti, hakkım haram olsun diyerek. Ebedi intikam. Tek müşterisi ben, tek çalışanı da kendisiydi. Onu bir akşam yalnız başına içerken buldum. Katıl dedi, kapıldım. Rakılara meze konağın hikayesi oldu. Büyük büyük dedelerinden beri aileye aitmiş konak. Hatta konağı yaptıran atası da aruz vezinli mesleği olan birisiymiş. Konak, son sakini büyükannesinin ölümünden sonra Aliye’ye kalmış. Hayatta kalan birkaç akrabayla bölüşmüşler tarihi. Bağ arazisindeki haklarından vazgeçip konağı almış. “Para etmiyordu buranın arazisi o zamanlar” dedi. Satmayı çok düşünmüş, sırf vergisi bir servet ediyormuş ama yapamamış. Konak ve tarihi ile ilgili tüm bilgisi büyükannesinden duyduklarıyla sınırlıydı. O da öldükten sonra onun ve konağın hakkında çok az şey bildiğini fark etmiş. “Terk etmişim geçmişimi, öğrenmemişim. Büyükannemle daha fazla konuşup, onu ve geçmişini öğrenebilirdim. Ama ona hep kendimi anlattım” sözleri çaresizlik anlatıyordu. Konakta neden büyükannesini ve konağın eski halini hatırlatan eşya ve resimlerin olmadığını sorunca, “Eşyaların çoğu satılmış, kalanları bir odaya kaldırdım. O bilmediğim tarihi insanlarla paylaşmaktan kaçtım. Belki de eksikliğimin anlaşılmasını istemedim” dedi. Ondan rica ettim ve kalan eşyaları bana göstermeyi kabul etti. Çatı katında küçük bir odaya çıktık. Yalpalayarak bir masa lambasını buldu Aliye. Aptal bir göz ‘unutulmuş’ derdi bu odaya. Koltuklardan birinin üzerindeki örtüyü kaldırıp oturdu. Bir kenara atılan bez masa lambasının çevresinde tozlar uçuşturdu. “Bu koltuk dedemin koltuğuydu. Bu odada tek başına saatler geçirirdi. Hiç kimse rahatsız etmezdi onu, yalnızca ben. Tüm engelleme girişimlerine rağmen bir şekilde ev ahalisini atlatır, dedemin yanına geliverirdim. Başını okuduğu kitaptan kaldırır, yarım gözlüklerinin üzerinden bana bakardı. Piposunun kenarından hafifçe gülümserdi. Bu gülümseme içeri girmemi onayladığını anlatırdı. Hiç geri çevrilmedim ama o onayı hep bekledim eşikte. O zamanlar şu yastıklar benim iki katımdı. Bir tanesini sürükleyerek bu koltuğun yanına taşırdım. Hanım vaktin geldiğini anlayıp pencerenin önündeki yerine geçerdi dedemin yanından kalkıp” “Hanım?” “Kedisi. Hanım. Vakur Hanım. Başımı koltuğun kenarına koyardım. O da elini saçlarımda gezdirirdi. Hiç ses çıkarmadan öylece beklerdim. O okurdu ben izlerdim. Piposundan koca dumanlar çıkarırdı ben kokusunu tadardım. Sigaraya başlamamın suçlusu dedemdir. Taş plaktan tangolar dinlerdik birlikte. Evet ya, dinlemeli.” Kutulardan birini karıştırmaya başladı. Bir plak bulup gramofona yerleştirdi. İkimiz de sessizliğe daldık. Kapının eşiğinde Aynur’un kedisi duruyordu. Cinayetin şahidi evin yolunu bulmuştu. Kırıtarak içeri girdi. Aliye’nin kucağına atladı. O zaman Aliye’nin uyuduğunu fark ettim. Mırıltlarla Aliye’nin kucağında rahat edebileceği bir yer ayarladı kendine. Uyanır gibi olan Aliye “Hatun” diye mırıldandı. Harbi, bu kara kedinin adını bilmiyordum. Kendine yeni bir sahip bulan kediye Hatun der miydi acaba Aliye? Saçmalamaya başladığımın göstergesiydi bu, sarhoştum. Aliye’yi orada bırakıp odama gittim.

            Kediler bulundukları ortamı sahipleniyorlar, her eşyaya kokularını bırakıyorlar. Artık onların oluyor tüm bunlar. İnsanlarsa kendileri gibi olan yerler arıyorlar. Kendilerinden bir şeyler bulmaya çalışıyorlar sahiplenmek için. Kendileri olamadıkları yerleri ise bozuyorlar. Her şehrin, her semtin, her mahallenin, her caddenin, her evin ve her sokağın bir kokusu var. Bazı şehirler parfüm imalathanesi gibi kokar, deniz kokan şehirler diye ayrıma girmeye çalışanlar olsa da. Her insanın kokusu da farklı. Kendisi gibi kokan yeri bulan insan ne de şanslı. Bu buluş onun sonuna sebep olsa da doğru yerde bitirir yolculuğunu. Ölmeye giden filler gibi.

            Ertesi sabah uyandığımda karşımda güleryüzlü bir Aliye duruyordu. Kahvaltı sofrasını hazırlamış bana gülümsüyordu. “Ben de birazdan sana seslenecektim. Gel birlikte kahvaltı edelim” dedi. Ne de çok uğraşmıştı kahvaltı için. Masaya oturduğumda müjdeli bir haberi olduğunu söyledi. Mutluluğunun sebebi de bu olmalıydı. Ne olduğunu bilemesem de, onun neşesi benim yeni uyanmış yüzüme de mutluluk getirmişti. “Bir iş teklifi aldım” diyordu “İyi bir iş”. Parasının çok iyi olduğundan bahsediyordu. Pansiyonu kapatıp, yeterince para biriktirdiğinde konağı eski haline getireceğini söylüyordu. Bu işe bir yandan sevinmiş, bir yandan da yeni keşfetmeye başladığım bir dünyadan ayrılmak zorunda kalacağım için üzülmüştüm. Çok az tanıdığım bu kadının mutluluğu paylaşılmayacak gibi değildi. Kendisi için yapmayı düşündüklerini anlattı uzun uzun. Sürekli gülümsüyordu. Arada bir kahkaha koparıp, geçti artık zor günler diye bağırıyordu. Neden sonra benim gitmek zorunda kalacağımı hatırlayıp, istediğim zaman ziyarete gelebileceğimi, hatta restorasyon için yardımımı beklediğini söyledi.

            Aliye, Pakize, Ruknettin, Aynur, Seyfi bir ana caddeyi kesen ufak sokak isimleri gibiydiler, belki çıkmaz, belki ışıklı, belki de başka.

            Bir yanım mutlu, bir yanım hüzünlü eşyalarımı topladım. Aliye hemen gitmem gerekmediğini söylese de, gitmem gerektiğini düşünüyordum. Vedalaşıp yola koyulma vakti geldiğinde ikimiz de hüzünlenmiştik. Mutlu, hüzünlü ve şaşkın bir halde yeni bir pansiyonun yolunu tuttum. Bir daha Aliye’yle görüşmedik. Konağı eski haline getirip getirmediğini bilmiyorum. Zaten restorasyondan da anlamam.

30 Eylül 2012 Pazar

Yanılsama

Trenler, arabalar, otobüsler, kısaca taşıtlar geçer gider ve o taşıtların yolcusu olduğu gibi izleyeni de vardır, aynen giden olduğu kadar kalanın olduğu gibi. Birileri yere basıyordur ayağını ve bakıyordur gidenlere, birileri de oturuyordur ya da volta atıyordur belki de trenin pencerelerinden izlemektedir akıp gittiğini düşündüğü ama sabit kalan toprağı, şehri, ıvırı zıvırı. Diyalektik ya da ironik bir salaklık değil bu bahsi geçen. birileri bir şeyler düşünüyordur bir şeyler ya da birileri hakkında, onu dinleyen dalga geçiyordur kendi kendine. Biri bir şeyler düşünüyordur biri hakkında, o biri hiç haberdar değildir bundan. Biri haberdar olur onun hakkında düşünülenden belki umursar belki umursamaz ama düşler kendi düşündüğü birileri düşünüyor mudur, ne düşünüyordur diye kendi hakkında.

Birileri için sıfırsındır, bir başkası için çok şey. Bunun ne kadarı senle alakalıdır, ne kadarında ne kadar sen etkilisindir, sensindir. Muhabbet deyip geçemezsin buna. Herkes seni aynı tanıyamaz doğru, doğru da senin muhabbetin ne kadar senin olur bir başka kulakta? İletişimsiz de deyip geçemezsin buna. En iletişmemeye niyetli olduğun zaman seninle iletiştiğini sanan insanlara ne dersin, yalnızca senin iletişme anlayışın mı doğru, belki de o iyi anladı, anlaması gerektiği kadarını anladı, belki de anlayacak bir şey olmadığını düşündü, yoksaydı. Peki sen bundan bir şey anladın mı? Benim kafam hep karışıktır zaten.

“Beni bir kolejli kız anladı. O da yanlış anladı” vecizesinin sencesini edersin belki de. “Ben yanlış anlaşıldım”. Bu neden bir geçiştirme olmasın kabullenme içermeyen. Belki marazi bir yüzleşmeyle hepsinin aslında bir yanılsama olduğunu görebilir mi insan? Bunu görmeyi göze alabilir mi eğer anlaşılmak ya da anlaşılmamak yanılsamadan öte bir şey değilse aynen iletişmenin olduğu gibi.

Ya tarihin, değerlerin, ilişkilerin, ilişkilenmelerin ilişkilendirilmelerin, sevmelerin ve sevilmelerin, yalnızlığın sadece bir yanılsama olduğu gerçeği?

(Tartışılası not: İnsanları intihara çağırmanın devrimciliği. Örnek: İonesco.)

Peki anlaşabilir miyiz? Tüzükleşmiş, sıralanmış ve belirlenmiş kurallarla, hiç kağıda geçmemiş ama gözlerle tasdikli içkin yasalarla bir kan bağı grubundaki gibi, devletlerin cüsselerine paralel koydukları karşılıklı ağırlıkları gibi. Hep yapılan gibi. Uzlaşmacı. Bu yüzden bu kadar uzun sürdü ömrü çıkarcı yaşamın.

İletişime geçmiyor da ilişiyor muyuz birbirimize, soğuğun etkisini azaltmaya ya da süt veren memeye yapışmaya çalışan köpek yavruları gibi. Hep yapılan gibi. Faydacı. Bu yüzden bu kadar uzun sürdü ömrü çıkarcı yaşamın.

Peki anlaşmalı mıyız?

“Başka bir dünya mümkün”. Evet mümkün, ama o başka dünyaya başka bir yolla ulaşmakla, başka türlü olmakla.

İki ayrı yaşanan var. Senin kabuğunun içinde ve dışında. Ve her ikisini de net bir gözle göremezsin. Dışardaki girmiştir içine, doldurmuştur seni ve senin içini doldurana nasıl bakabilirsin dışardaki diye. Ve dışa çıkıp kendine bakmak söylemiyle mümkünsüz olandır, yine kendin dışardan bakarsın başkası olamadan. Ne 'ben'sindir artık ne de 'sen-siz'.

Belki de başka bir şey insan. 'Ben' ve 'biz' arasına sıkışmış, bir 'ben'e bir 'biz'e dalıp çıkan, her dalıp çıkışında kıvamlarını bozan hem tiner hem boya, 'ben' ve 'biz' arasına gerilmiş bir 'bez'.

Ne irfandır başkalarının dediği gibi kendini bilmek, ne de enseyi patlatmamak için bilmesi gereken kişinin. Kendini bilen, kendini bulan, yolunu da bulur.

“Gerçeğin ırmakları çamurludur kaynakları kuruysa da
Ve o denli çok çelişki deresi akar ki onlara,
Yollarını sürdürmeleri gerekir öyküyle.”
                                                   L. Byron/D. Juan

“Kirli şeylerden mi söz ediyorum? Bence işin en kötüsü bu değildir. Olgun olan, gerçeğin suyuna kirli olduğu zaman değil, sığ olduğu zaman girmeyi sevmez.”
                                                   Niçe/Zerdüşt

Tek Bacaklı Zenci Çocuğun Hikayesi


Dedemin anlattığı bir hikaye vardı. Dünyanın birçok yerine yardım götüren bir sağlık örgütünde çalışan bir arkadaşı varmış. Adam çocuk psikolojisi uzmanıymış. Çalışma alanı ise savaşlarda sakat kalan çocuklarmış. Uzun yıllar kabile savaşlarının sürdüğü bir ülkede çalışmış. Toprak mayınları yüzünden kollarını bacaklarını kaybeden, tecavüze uğrayan çocuklara yardım etmeye çalışıyormuş. Çocukları hayata bağlamak hem çok zormuş hem de çok kolay. Küçücük bir şey oları hemen mutlu edip gözlerini parıltılarla doldururken birden bire sebepsiz yere dalıp gidiyor, hüzünlenip ağlıyorlarmış. En çok içini parçalayan şeyse artık ağlamayan çocuklarmış. Kimseyle konuşmayan öylece etrafa bakan çocuklar. Birgün çocukların ortak bir eğlence kaynağını fark etmiş adam; futbol. Kız erkek hepsi de çok seviyormuş futbolu. Bunu onları hayata bağlamak için kullanabilirim diye düşünmüş adam. Ama bir türlü karar veremiyormuş oynayacakları bir futbol sahası yapmanın iyi mi yoksa kötü mü olacağına. Ya sakatlıkları daha da fazla batarsa gözlerine diye düşünüp duruyormuş. Ve bu riske girmeye karar vermiş. Hep birlikte uyduruk bir futbol sahası yapmışlar. İçini toprak ve taşla doldurdukları varilleri inek başlı antilopların arkasına bağlayıp engebeli bir araziyi olabildiğince düzeltmişler Serengeti'de. Sağlık yardımlarıyla birlikte gelecek olan futbol topu tüm köyün beklediği şeymiş bir ay boyunca. Dedemin arkadaşı da çok heyecanlıymış ama içindeki endişe bir türlü rahat bırakmıyormuş onu. Neyse ki korktuğu gibi olmamış. Kolsuz bacaksız çocuklar düşe kalka topun peşinden sekiyorlar, çok eğleniyorlarmış. “Gol atmak ya da yemek hiç fark etmiyorlardı onlar için” demiş adam dedeme o günlerini anlatırken. Artık ağlamayan çocuklardan biri sürekli izliyor ama fazla yaklaşmıyormuş. Top oynayan çocuklardan biri seslenmiş birgün. “Orada dikilene kadar gel kalenin önünde dikil” diye. Çocuk bilmem ki bakışlarıyla cevap vermiş ona. Sekerek suskun çocuğun yanına gelmiş ve çekiştirip onu kaleye geçirmiş. Mecburi kaleci ürkek ürkek bakakalmış kalede. Yediği her golde eğlenmeyen tek kişi oymuş. Yenen gol, kaçan gol, olabilecek her şey herkesi eğlendiriyormuş. Takım arkadaşları attıkları gollerin sevincini onla paylaşmış yediği gollerde ise tavsiyelerde bulunup avutmuşlar onu. Ürkekliğini üzerinden atmaya başlayan çocuk topun çarpışlarıyla bir sağa bir sola gıcırdayarak sallanan kale direklerinden zamanla uzaklaşmaya başlayıp arkadaşlarına yaklaşmış. Birkaç golü kurtarmaya çalışmış, başaramamış. Üstü başı toz toprak olmuş ama artık eğleniyormuş. Arkadaşlarında birine seslenmiş “Yardım et de çıkarayım üstümden gömleği”. Arkadaşı fingi fingir gelmiş yanına iki kolu düğümlü gömleği çıkarmış çocuğun üzerinden. “Böyle daha iyi oldu. Hem gömleğin kolları sallandıkça yüzüme çarpıyordu” demiş çocuk. “Kalede kolları olmayan tek bacaklı bir çocuk” demiş arkadaşı dedeme “düşünebiliyor musun becerebildiklerini. Oyun oynuyordu onlar maç değil. Bu yüzden hiç kaybeden olmuyordu kazanmaya çalışan yoktu. Psikoloji falan değildi bu, ne de benim başarım.”

Hikaye keşke burda bitse ama bitmiyor işte. Bir ritüel şeklinde oynanan oyun zamanla değişmeye başlamış. Çocuklar dedemin arkadaşından sahanın çizgilerinin kireçle belirlenmesini istemişler. Fazladan bir masraf değilmiş zaten. En kolay bulunan şeylerden biri kireçmiş çünkü. Toplu mezarların kapanmasından önce biraz ayrılsa olmaz mıymış. Dehşet verici bir çocuk yaratıcılığı. Ona hakemlik yapmasını bile teklif etmişler ama adam işlerinin yoğun olduğunu ve bunu yapamayacağını söylemiş çocuklara. Çocuklar zamanla becerilerini geliştirmeye başlamışlar. Bizim tek bacaklı kalecilikten çok memnunmuş. Karşı takımın golcüsü çok becerikli olduğundan fazla uzaklaşamıyormuş kaleden. Takım arkadaşları attıkları gollerin sevincini onunla paylaşmaya, yediği gollerde avutmaya devam etmişler. İşler zorlaşmaya başlamış. Eskisi kadar iç içe olamıyormuş arkadaşlarıyla. Kornerden kornere ancak. “Sakat çocukların topun hızına yetişme ihtimalini düşünürsen çocuklardan önce top geliyordu kaleye” demiş dedeme adam. Özellikle kaleciler için eski zevki kalmamış oyunun. Yalnızlığa yazgılı bir mevki olmuş kale. Yediği gollerdeki hataları daha sert eleştirilmeye başlamış çocuğun. Berabereyken golü yiyip kaybettikleri maçta iyice gerilmiş ortam. “Nolcak ki” demiş çocuk, “ Ne demek nolcak kıçımızı yırttık kazanıcaz diye” demiş arkadaşı. Neyseler, boşverler, geçiştirilmiş olay. Sonraki gün onu oynamaya çağıran çocuk yanına gelmiş ıkına sıkına. Başka bir kaleci bulduklarını söylemiş tek bacaklıya. “Ama sadece oynuyorduk” demiş tek bacaklı, “Bu sadece bir oyundu”. Tek bacaklıyı bırakıp gitmiş arkadaşları. Birkaç gün sessiz yalnızlığına dönmüş. Sonra dedemin arkadaşının yanına gitmiş. “Benim yapabileceğim bir şeyler bulalım doktor” demiş çocuk. Tek bacakla yapabileceğim bir şeyler olmalı. Tabii kıç tekmelemekten başka. Onu nasılsa becerebiliyorum, hem de çok iyi. Zaten bir bacağı olup da bunu yapamayan var mı ki. Dünyada tekmelenmek için yırtınan bir sürü kıç olmasına rağmen başka bir şey de yapmak istiyorum”.
Ben dedemin yalancısıyım.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Pek de mutluyduk pembe mor duvarların altında





         Bir oda. Yan yana iki koltuk. Adam ve kadın koltuktalar. Yün çilesini adam tutar, kadın sarar. Yumak bitene kadar devam ederler. Kadın koltukların arasındaki örgü çantasına yerleştirir yumağı. Bir süre sessizlik.



Adam : Benimle artık hiç konuşmuyorsun.
Kadın : Öyle mi?
Adam : Evet, sanki artık pek fazla şey paylaşamıyormuşuz gibi geliyor bana.
Kadın : Paylaşmak mı? Paylaşmalı mıyız?
Adam : Tabii ki. Yoksa ne anlamı kalır birlikte olmamızın?
Kadın : Bunun eksiklik olduğunu niye hisseder ki bir insan? Paylaşmak istediğin bir şey mi var yoksa?
Adam : Daha çok konuşmalıyız.
Kadın : Paylaşmak için mi?
Adam : Konuşmak paylaşmaktır.
Kadın : Yeterli mi bu sence?
Adam : En azından bir şey.
Kadın : Her şey bir şeydir.
Adam : Bir şey de her şey.
Kadın : Her zaman değil. O şeyin ne olduğuna bağlı bence.
Adam : Aynen katılıyorum.
Kadın : Harbi isteklisin. O şey konuşmak mı?
Adam : Konuşmak ve paylaşmak.
Kadın : Konuşalım tabii.
Adam : Bak ne iyi anlaşıyoruz senle.
Kadın : Senle konuşmak çok hoşuma gidiyor.
Adam : Hep konuşmak istiyorum.
Kadın : Ve paylaşmak.
Adam : Ne güzel. Ne güzel.
Kadın : Fevkalade.
Adam : Sessizlikten daha iyi değil mi?
Kadın : Çok daha iyi. Hiç sessiz kalmamalı.
Adam : Evet konuşmalı. Yaşadığını anlamalı, ispatlamalı.
Kadın : Seslerin hiç kaybolmadığını okumuştum bir yerlerde.
Adam : Atmosferde mi kalıyormuş ne, o mu?
Kadın : Tam üstüne bastın.
Adam : Bak gördün mü daha kalıcı ne var dünyada.
Kadın : Daha mutluyum artık.
Adam : Ben de.
Kadın : Seninle ne güzel şeyler paylaşıyoruz biliyorsun değil mi?
Adam : Ne kadar mutluyum bilemezsin.
Kadın : Ben de.
Adam : Biz çok şanslıyız.
Kadın : İnsanın konuşacağı birini bulması çok önemli.
Adam : Ve paylaştığı.
Kadın : Konuşarak.
Adam : Konuşarak.
Kadın : Kendi kendine de konuşulmuyor ki, birisi lazım.
Adam : Evet, özel birisi.
Kadın : Özel bir konuşma için.
Adam : Özel biri lazım.
Kadın : Sesleri çok seviyorum.
Adam : Her şey kendini böyle anlatıyor.
Kadın : Sesiyle.
Adam : Kuşlar, ayılar, sinekler.
Kadın : Hepsi kendince konuşuyor.
Adam : Hiç sessizlik olmamalı.
Kadın : Hiç olmamalı.
Adam : Sessizlik.
Kadın : Olmamalı.
Adam : Ah dudaklar.
Kadın : Ne güzeller.
Adam : Sesin hayat bulduğu yer.
Kadın : Kıvrımları şiirsel. Binlerce kasın hareketi ufacık bir ses çıkarmak için.
Adam : Güzelim dil. Kaygan ve atıveren sözcüğü dudakların arasına.
Kadın : Bir megafon boğaz.
Adam : Narin boyun destekçisi.
Kadın : Ya kulak?
Adam : Sesin öptüğü.
Kadın : Kıvrımlarıyla yakaladığı.
Adam : Vakumladığı sesi.
Kadın : Ah ne tatlısın sen.
Adam : Çok şekersin.
Kadın : Sevişsek mi acaba?
Adam : Hiç fena fikir değil.
Kadın : Konuşmamızı bitirelim önce.
Adam : Sonra da sevişiriz. (Ufak bir öpücük. Bir süre bakışır, kikirderler. Aynı anda söze başlarlar)
Adam-Kadın : Ben… Şey…
Kadın : Lütfen söyle.
Adam : A rica ederim sen. (Tekrar aynı anda başlarlar, gülümserler. Adam sözü kadına bırakır)
Kadın : Diyordum ki, şu kimselerin yaşamadığı yere gelmekle çok iyi etmişiz. Başlarda çok sessiz geliyordu. Aslına bakarsan o zamanlar çok da şikayetçi değildim bundan. Dinlendiriyordu beni sessizlik. Sonra sıkıcı olmaya başladı, fazlasıyla sessizdi. Ama artık öyle değil. Artık kendi sesimiz var. Senle konuşmalarımız var.
Adam : Sessizlikten kurtulduk. Sesimizi bulduk. Her şeyden çok uzakta ama birbirimizleyiz. Ne güzel.
Kadın : Pembe mor duvarların altında.
Adam : Pembe mor duvarların altında.
Kadın : Sen ve ben.
Adam : Birlikte.
Kadın : Konuşarak.
Adam : Paylaşarak.
Kadın : Biz mutluyuz.
Adam : Burada çok mutluyuz.
Kadın : İşte her anlamda doğaya döndük. Hem bu kulübede bedenen, hem de sesi bularak. Doğadaki her canlı gibi.
Adam : Hayvanların, bitkilerin, tabiatın sesi gibi.
         (Bu bölümden itibaren karşılıklı ses çıkarmadaki ritmin hızı artar. Paslaşmaktan çok lafı kapma başlar. Sözlerin dişiliği olmaması dışında karagöz-hacivat ya da edi-büdü atışmasına benzer)
Kadın : Rüzgarın sesini seviyorum. Tüm duyguları taşıyor kendinde. Bazen kızgın, bazen sakin, huzurlu. Rüzgarın bir yaprakta konuşmasını çok seviyorum. Okşuyor onu mırıltılarıyla. Dalından koparıp kurumuş bir yaprağı salındırıyor havada.
Adam : Yaprağın topraktaki sesini de seviyorum ben. Çıtırtılı. Üzerine bastığında dağılıyor. Çocukluğumu hatırlatıyor o ses. Soba üzerindeki kestanenin sesine benzer.
Kadın : Seninle böyle konuşabildiğim için çok mutluyum. İnsanlar bunun  farkında değil. Tamam kabul ediyorum bir başka insanı kendine çeken başka şeyler var. O elektriği almak gerçekten önemli. Bir sinerji yaratabiliyor bakışmalar. Ruh eşini bulmak çok zor. Ama konuşmak. Konuşmak, konuşabilmek çok başka bir şey, çok yukarlarda bir şey. Anlıyorsun  değil mi? (Adam lafa girecekken) Neyse, biz anlaşabiliyoruz, paylaşabiliyoruz çünkü konuşabiliyoruz. Bunu becerebiliyoruz. Kaç kişi bunu yapabiliyor ki şu dünyada?
Adam : Evet, bu gerçekten başarılabilmesi güç bir şey. Bir başka insanla konuşamadıktan, paylaşamadıktan sonra insanın yaşadığı şeylerin ne anlamı kalırdı? Bilirsin ben çok severim doğada uzun geziler yapmayı. O çiçeklerin güzelliği, bin bir renkliliği, yaprakların üzerindeki sabah çiyleri. Otların rüzgarla oynaşmasına nasıl hayranımdır bilirsin. Çiçeklerle de konuşurum, çok severim bunu. Hem çiçeklerle konuşulması gerektiğini bilim adamları da söylüyor. Ama tüm bunları bir başkasına anlatamasam çok üzülürdüm. İyi ki varsın sen. Ve ben senle paylaşabiliyorsam dağları dolduran çiçekleri.
Kadın : Ben de dağları çok seviyorum. O koca kayaların yıllar içinde ne türlü etkilerle değişikliğe uğradığını gözlemek ne büyük zevk, ne büyük tatmin. O boyun eğmez halleri, mağrurlukları çok takdir edilesi. Dinozorların koşuşturduğu dağlardan parçalar var onlarda. Gözlerinin önüne tarihi seriveriyorlar.
Adam : Çiçeklerin üzerine serilmek de harika bir duygudur. Üzerinde küçücük sineklerin uçuştuğunu görmek, çıplak ayaklarının altında ıslak toprağı hissetmek. İnsanın vücudundaki eksi elektriği aldığı da bilimsel bir şey toprağın.
Kadın : Eksi elektriği almak kayalıklardan akan sular için de geçerli. Şelaleler harikalar. Etrafa sıçrayan su parçacıkları havadaki negatif enerjiyi ortadan kaldırıyor. Bu da bilimsel bir gerçek. Ah o kayaların su ile aldığı şekiller. Harika bir görüntü.
Adam : Toprağın yumuşaklığı.
Kadın : Kayanın sertliği.
Adam : Gökyüzüne uzanan koca ağaçlar ormanda.
Kadın : Jilet gibi keskin kayalıklar uçurumlarda.
Adam : O ağaçları düşünürüm uzun uzun.
Kadın : Ben de keskin kayalıkları.
Adam : Ağaçları diyorum bak.
Kadın : Kayalıklar.
Adam : Dinle bak ağaçlar hakkında ne anlatacağım sana. Çok ilginç.
Kadın : Sen bir kayalıkları görsen.
Adam : Ağaçlar ama.
Kadın : Kayalıklar.
Adam : Sözümü kesersen anlatamam ki.
Kadın : Ben senin sözünü kesmiyorum aksine sen benim sözümü kesiyorsun.
Adam : Ben ağaçlardan bahsediyordum.
Kadın : Hayır ben kayalıklardan bahsediyordum.
Adam : Ama beni hiç konuşturmuyorsun.
Kadın : Niyeymiş. Sen de konuştun.
Adam : Ben konuşmak istiyorum.
Kadın : Ben de konuşmak istiyorum.
Adam : Seni dinlemekten sıkıldım.
Kadın : Ben seni dinledim ama.
Adam : Ben de seni dinledim.
Kadın : Hem senin anlattıkların çok sıkıcı. Konuşacaksak kayalıklardan konuşalım.
Adam : Ağaçlar hakkında niye konuşmuyoruz?
Kadın : Kayalıklar.
Adam : Ağaçlar.
         (Kulaklarını tıkayıp birbirlerini dinlemeden bağıra çağıra konuşmaya başlarlar)
Kadın : Seninle konuşulmuyor.
Adam : (Şişlerden birini alır ve kulaklarını deler) Artık seni duymuyorum. Hahhahhah!
Kadın : (Diğer şişi alır ve o da kulaklarını deler) Ben de seni duymuyorum.
Adam : Dudaklarımı okuyabiliyorsun değil mi? (Kadın gözlerini oyar, adam da aynısını yapar. Konuşmaya devam ederler. Labarba)
         (İçeri iki kişi girer. Bir kadın ve bir erkek. Arkadaşları. Neler olduğunu anlayamazlar. Kadın adamın, adam da kadının yanına gider ve onları sarsarlar. Kadın kendine gelen adamı, adam da kadını elindeki şişle öldürür)
Kadın : (Öldürürken) Hala konuşmaya çalışıyorsun değil mi? Hissedebiliyorum bunu. Son sözünü söyle bakalım.
Adam : (Öldürürken) Geveze karı. Bok çene.
(Tekrar yerlerine otururlar. Kendi kendilerine mırıldanırlar ağaçlar ve kayalıklar hakkında. Işık kararır.)





Aile Bağları



Sahne 1


Bir oda. İki ihtiyar kendinden lazımlıklı tekerlekli sandalyelerindeler. Karşılarında 4-5 ekrandan oluşan bir izleme-güvenlik sistemi. Bu iki ihtiyara bakıcılık yapan 30’larında bir erkek. Daha genç olmasına rağmen ihtiyarlardan daha ağır hareketleri var. Bir geri zekalı havası vardır ama bu abartılı verilmemeli. İhtiyarlar ise oldukça dinç.


1.     İhtiyar (A) : (Ekranı göstererek) Şu oğlanı gördün mü?
2.     İhtiyar (B) : Mavili.
A: Bugün burdan dördüncü geçişi.
B: Beşe az kalmış.
A: Altı olduğunu düşün bir de.
B: Felaket bu olsa gerek.
A: Korktun mu?
B: Korkulacak bir şey yok.
A: En azından iki kere aynı tarafa gidene kadar.
B: O zaman bir şeyler atlanmış demektir.
A: O zaman bir şeyleri atlamışız demektir.
B: Gözümüzden bir şeylerin kaçtığını gösterir bu.
A: Gözlerimizin yeterince açık olmadığını.
B: Olası olan da aynı zamanda.
A: O zaman korkmaya pek de gerek yoktur ha?
B: Emin değilim.
A: Ben de.
B: Emin olmamıza da gerek yok.
A: Buna katılıyorum.
B: Bu iyi.
A: (Kısa sessizlik) Bazı şeylerin niye olduğunu düşündün mü hiç?
B: Bazı şeylerin niye olmadığını düşünmek kadar boktan.
A: Bazı şeyler olur.
B: Bazı şeyler de olmaz.
A: Sonuçta her şey olağandır.
B: Her şey olur.
A: Bunları anlayacak kadar yaşadık.
B: Şaşırmayacak kadar.
A: Darmadağın olmayacak kadar.
B: İnsan önlemini almalı.
A: Şaşırmamalı.
B: Hiçbir şeye.
A: Şaşırmamalı.
B: Şaşkınlığa bile.
A: Olanlara.
B: Olmayanlara.
A: Olası olanlara.
B: Olan ve olduğunu fark edemediklerimize.
A: Olur böyle şeyler.
B: Olmadığı da olur.
A: Olur böyle şeyler.
B: Hazırlıklıyız biz.
A: Beklememekteyiz
B: Hazırız.
A: (Kısa sessizlik) Seninki yine ortada yok.
B: Nerde bu aptal. Evlat!.. Evlat! (oğlan girer)
A: Neler yapıyordun?
Oğlan: Hiç.
B: Ne yapabilir ki?
A: Şöyle elimizin altında dur. Kaybolma. Başına bir şey gelmesin.
B: Nasıl bir erkeksin sen anlamıyorum ki. Şuna bak. Sünepe.
A: Tamam yeter artık. Görmüyor musun o bir gerzek ve bize muhtaç. Bize ihtiyacı var.
B: Şans işte. Ne yapalım.
A: Evet şans.
B: Bazen böyle olur.
A: Kabullenmek lazım.
B: Uğraşmak istemediğinde.
A: En azından.
(Gürültülü aptal bir alarm sesi. Uyduruk bir icat)
B: İlaç saati.
A: Bu gerzek yine duymuyor. (Bastonuyla oğlanı dürtükler, yüksek sesle) İlaç saati. (Oğlan ilaçları koca bir fanusta getirir. İhtiyarlar içinden alır)
B: Kulakları zor işitmeye başladı artık.
A: Dalıp gidiyor sanki.
B: Yok canım daha neler.
A: Hayal falan kuruyor olmasın salak.
B: (Sahte gülme çabası) Güldürme beni. Bunamaya mı başladın sen yoksa. O bir geri zekalı.
(Oğlanın yaşlılığı ve beceriksizliğine karşı ihtiyarlar ilaçları saçma oyunlarla ağızlarına fırlatıp yutarlar. Beceren beceremeyenin ilacını alır. Oğlan kazananı alkışlayarak destekler).
A: Ben kazandım.
B: Son zamanlarda hep sen kazanıyorsun.
A: Formumdayım.
B: Eğer ilaçlarımı almak istiyorsam artık kazanmam gerekiyor.
A: İlaçsız kalmanı istemem.
B: Ben de sadaka.
A: Kazanmanı bekliyorum.
B: Birkaç ilaç alsam daha rahat kazanabilirim. Enerji olur. Kısır döngüye dönmesin. Avlanamayan aslanlar gibi.
A: Nasıl?
B: Avlanamadığı için enerjisini kaybedip yeni avların peşine düşemiyorlar. Kaçan her av bir sonraki avın yakalanmasını da zorlaştırıyor.
A: Aslanlar grup halinde avlanıyorlar, sen karıştırıyorsun. Leopar ya da jaguardır o.
B: Onlar da kedi değil mi?
A: Kedi.
B: Eee ne fark eder?
A: Fark etmemeli mi yani?
B: Fark eder mi?
A: Etmeyebilir.
B: Etsin mi?
A: Tamam tamam fark etmesin.
B: Konuşmayı zorlaştırma.
A: İlaçsızlıktan bunlar.
B: Belki de. (Kısa sessizlik) Ben aynı görüntüden sıkıldım televizyon izleyelim biraz.
A: (Kumanda ile ekranlardan birini televizyona çevirir, film izlemeye başlarlar) Eskiden çok daha iyilerini yaparlardı.
B: Eskidendi onlar.
A: Şimdi yaptıkları sadece onları taklit etmek. Hem de bir sürü aptallıkla doldurarak.
B: Yapamıyorlar şimdi.
A: Bu filmi izlemiştik.
B: Evet. Çevir o zaman, yenisini bul (sahne kararır)


Sahne 2


(İlk sahnedeki halleriyledirler.)

A: Bu görüntüleri neden kaydetmiyoruz
B: Napıcan hatıra mı istiyosun?
A: Belki lazım olur.
B: Ne için?
A: Delil.
B: İnandırıcılık için mi?
A: Başka türlü inandırıcı olmak zor.
B: Mümkün değil.
A: Yani?
B: Yani bize kimse inanmaz. Kimseye karşı inandırıcı olmak zorunda da değiliz. Kaydetmek gereksiz.
A: Evet. Sadece izliyoruz.
B: Sadece izliyoruz.
A: Hatırlamak istediğin oluyor mu?
B: Senin buruşuk suratın hatırlamam gerekenleri hatırlatıyor. Ama sen ille de kayıt istedikçe o kadar zırvayı bir süre sonra nereye sıkıştıracağımızı da göz önünde bulundurmanın gerekliliği durumu daha da sıkıcı bir şekle doğru biçimlendiriyor diyorum.
A: İyi diyorsun.
B: Oluyor işte bazen.
A: Olur olur evet bilirim.
B: Biliyorum bildiğini.
A: Her boku bilmemiz gerekiyor ya.
B: Değil mi ya. (Karşılıklı sırıtış uzatmadan) Biri vardı. Biraz karışık net hatırlayamıyorum her şeyi. Bir kitap yazmak istiyordu.
A: Ne zaman?
B: Bilmiyorum ne zaman.
A: Neyse.
B: Şehir efsaneleri. Bar bar gezer, bağır bağır hikayeler anlatırdı, barbar kılıklı bir adamdı.
A: Yazdı mı bari?
B: Yok canım. Yani kitap çıktı da o yazmadı. Barmen yazmış hikayeleri.
A: Barbar okumuş mudur?
B: Olası.
A: Bunu bence şimdi uydurdun. Bana hiç inandırıcı gelmedi.
B: Oooo inanç problemi. Ne yapabilirim?
A: Beni inandıramadın ve bunu biliyor olmalıydın. Benim neye inanmadığımı bilmen gerekir.
B: Neye inanacağını bildiğim gibi.
A: Evet bilirsin.
B: Tekrara girmeyelim. Sen hikayeyi senin inanacağın şekle mi sokmamı isterdin?
A: Bu gerçek sorunu değil niye abartıyosun ki?
B: Her şey sorun.
A: Yakaladım seni bu sefer. Hikayeler senin derdin. Anlatmayı seviyorsun. Hikaye senin hikayeler.
B: İnandırıcı olmak teslim olmak oluyor ama.
A: Çok şey değil istediğim.
B: İnandırılmak isteyen her şeyin kendince olmasını ister. Bu az mı?
A: Ya uzlaşma?
B: Takılıyoruz işte, daha ne uzlaşması. Sıkıldın mı yoksa?
A: Ne münasebet.
B: İyi susalım biraz.
A: İzleyelim. (Sahne kararır)


 Sahne 3

A: Düşünüyorum da...
B: Eeee.
A: Anlaşabilmek aslında düşündüğüm.
B: Ne konuda?
A: Anlaşabilmek konusunda.
B: Hadi? (bir şeyler demek üzereyken vazgeçer, gülümser) Hayallah.
A: Nooldu?
B: Saçmalama diyecektim az daha.
A: Hadi ya? (Kısa sessizlik) Dediklerini düşünüyorum da anlaşabildiğimizden emin olamıyorum. Önceden bunu düşünmezdim bile.
B: Neden önce?
A: Önceden işte.
B: Bir şeylerden önce olmalı demek istediğim. Bir şeyler olmuş ya da olmamış olmalı ki bir önce ya da sonra olma durumu ortaya çıkabilsin.
A: Konuyu dağıtma.
B: Olmuş sana bir şeyler, olmuş.
A: Bilmiyorum ne olmuş.
B: Nedir anlamak istediğin?
A: Konuştuklarımızı düşünüyorum.
B: Ben konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Yani sorun yok. Düşünmeye gerek yok.
A: Anlamadım.
B: Ne dediğimin ne önemi var ki, zaten seni düşündüren tam olarak benim söylediklerim de değil.
A: Senle konuşuyorum ama.
B: Diyelim ki söylediğimi düşündüğün şeyi aslında söylemedim. Duyduğun şeyle söylediğim şey aynı değildi.
A: Yanlış mı duymuş oluyorum bu durumda ben?
B: Tam anlamıyla değil. Buna yanlışlık demek gerekir mi emin değilim.
A: Hadi bakalım.
B: Şöyle düşün, senle konuşurken aslında aklımdan geçmeyen ya da düşünmediğim bir şeyleri sana söylüyorum. Ya da öylesine konuşuyorum. Çok önemsiz laflar ediyorum sonuçta ama sen bunlar üzerine düşünüyorsun. Ne anlama geliyor bu?
A: Beni salak yerine koyduğun mu?
B: Benim neyi niye dediğim senin onun hakkında düşünmüş olduklarını ne kadar etkiliyor? Bir yanlış anlaşılma oldu belki ama sen yine de bol bol düşündün, yanlış bir şey mi bu?
A: Değil.
B: Bence de değil. Bu düşündüklerini daha değersiz yapmıyor.
A: Öyle mi dersin?
B: Aslolan sensen senin için ki öyle, senin düşündüklerin önemli olan.
A: Bu doğru.
B: Düşünme hakkımız var. İnsan istediğini düşünmekte özgür.
A: Evet özgür insanlarız biz.
B: Sana düşündürdüklerim için beni yormayacaksın değil mi? Anlaşmak zorunda değiliz ve bu yüzden iyi anlaşıyoruz. Neyi ne kadar anlayabilirsin ki?
A: Anlıyorum. Her şey çok yorucu. Sıkıcı oluyor bazen.
B: Yorulmanı istemem. Yorma kendini.
A: Beni düşündüğün için teşekkür ederim.
B: Seni düşünmeyeceğim de kimi düşüneceğim? Biz birbirimizin kolu kanadıyız.
A: Kanadı kırık bir turna geçer yandan.
B: Geçer geçer de neler der?
A: Kırdı kanadımı vefasızın biri.
B: Vay canına yandığım neler eder?
(birlikte):
      vay vay da vay vay
      kandı yürek kandı yine
      vay vay da vay vay
      yandı kürek yandı yine
A: Of of  ki of of.
B: Tüh tüh ki tüh tüh.
A: Kırdı kanadımı vefasız.
B: Elleri kırılaymış.
A: Sar yaramı.
B: Merhem olsam sokulsam.
A: Hay tabip el et.
B: Bırak tabibi habibi.
A: Bilibili bilibili çil horozum kayboldu.
B: Güneş batar uzakta.
A: Karanlık hep gece karanlık.
B: Ağzım kamaşıyor.
A: Ne yedin?
B: Tembellikten tembellikten.
A: Çalışmıyoruz.
B: Sözleri unutuyoruz.
A: Sesleri unutuyoruz.
B: Ses ver ses.
A: Ritim ver ritim.
B: Evlat yetiş.
(oğlan gelir) Sallan. (oğlan sallanmaya başlar)
A: Daha yavaş (daha yavaş sallanır)
B: A, a, a, a, a.
A: A, a, a, a, a.
B: Aaaba.
A: Aaaba.
B: Abalar var abalar.
A: Abalarda kabalar.
B: Bunları kim sıralar?
A: Dolu yüzleri yaralar.
B: Ellerinde karalar.
A: Ah abalar abalar.
B: Trak rak trak.
A: Basma çürük tahtaya.
B: Kasma düşücem diye.
A: Yas tutturma bana.
B: Kaslandı kıçım olmaz yara.
A: (oğlanı bastonla dürterek) Dur artık yeter.
B: Tembellik etmeyelim bir daha bu kadar.
A: Etmeyelim etmeyelim.
B: Kaybolacaktık az daha.
A: Hiç gerek yok. (Kısa sessizlik) Sana inanıyorum.
B: Bu inanç mevzusunu konuşmuştuk sanıyorum.
A: Hayır hayır anlatamadım. Senin söylediklerinin gerçek olduğuna inanıyorum. Bence sen inandırıcı bir insansın.
B: Sana bunu konuştuğumuzu söylemiştim. İnandırıcı olmak zorunda değilim, inandırıcı olmak zorunda değilsin, inandırıcı olmak zorunda değiliz. Neden bu kadar çok önemsiyorsun bunu? İnandırıcı olma şansımız yok anlamıyor musun? Kimse bize inanmaz. Bizlerin yaşadığına bile zor ikna edebilirsin başkalarını. Biz yokuz.
A: Neden edemeyecekmişiz ki? Kanlı canlı dikildik mi karşısına herkes inanır bize.
B: Bu şekilde bir başkasının karşısına sadece et çıkarabilirsin hem de buruşuk. Bunlar birbirinden çok farklı şeyler.
A: İnanmak o kadar zor mu?
B: Bu zor bir soru. Hem çok kolay hem de çok zor.
A : Sen de işleri kolaylaştırmak için hiç çaba göstermiyorsun.
B : Herhangi birini herhangi bir şeye inandırmanın en kolay yolu ona her şeyi inanacağı şekilde anlatmak. Bunu yaparken bazı şeyleri değiştirmek, bazılarını anlatmamak, bazılarını başka şekilde anlatman yeterli olur. Ama insan çok inanılmaz şeylere de inanabiliyor. Bunu deneyerek de inandırıcı olman mümkün ama tüm boşlukları doldurmuş olman gerekiyor. Yani boşlukların da işe yaradığı yerler var, en azından başlarda ama karışık işler bunlar. Ama tabii neticede inandırıcı olmuş olmuyorsun çünkü anlattığın şey artık başka bir şey haline geliyor. Böylece inandırıcı olmanın gerekliliği de ortadan kalkmış oluyor. Anlatmak istediğin şey olmadıktan sonra anlattığın şeyin inandırıcılığı ne kadar önem taşır ki? Yani inandırıcı olsa bile inandırıcı gelen şey senin anlattığın şey olmayacak. O duyduğuna inanacak, duymak istediğine. Bana kendimi tekrarlatıyorsun. İnandırıcılığımı kaybediyorum.
A: Ne önemi var ki? İnandırıcı olmak zorunda değildik hani.
B: Kaybettiğimiz şeyler olduğunu söylemiştim sana. Bundan 50-60 sene önce bu sorun olmayabilirdi. (kısa sessizlik) Bir belki kalıveriyor insanın aklında. Yaşlanıyorum galiba.
A: Çok yaşlandık.
B: Evet, kötü bir dönem bu.
A: Herkes aynısını der.
B: Hep kötüdür zaten.
A: Kötü kalıcıdır. Yeni bir şey yok yani.
B: Keşke öyle olsaydı. (kısa sessizlik) İnanıyorsun değil mi bana?
A: İnanıyorum. (Karşılıklı sevecen bir gülümseme. Kısa sessizlik) Bütün bunlar gerçek değilmiş gibi geliyor bana bazen.
B: Değil zaten.
A: Bu daha iyi.
B: Kolaylaştırıcı.
A: Kurtarıcı.
B: Gereksiz çabadan kurtarıyor.
A: Yorulmaktan.
B: Gerçek olması çok kötü olurdu değil mi?
A: Gerçek olsaydı açıklanmak isteyecekti.
B: Uğraştıracaktı.
A: Savunulması gerekecekti.
B: Saldırılacaktı.
A: Olacaktı.
B: Ama yok.
A: Bir anlamda var.
B: Birçok anlamda yok.
A: O zaman rahatız.
B: Sanmam.
A: Neden?
B: Rahat bırakılmak için gerçek olmaması yetmiyor.
A: Duymasak.
B: Zaten duyamayız.
A: Ama bileceğiz.
B: Bilmeye yükümlüyüz.
A: Doğrusunu mu bileceğiz?
B: Doğrusu yanlışı yok bunun.
A: Doğru, yok.
B: Doğru yok.
A: Yanlış yok.
B: Ama bileceğiz.
A: Bok var.
B: Bilmemizi sağlarlar.
A: Acımasızca.
B: Acımasız olduklarından değil ama.
A: Biliyorum, sadece olması gereken bu.
B: Evet. Kızgın mısın?
A: Sadece deniyorum. Kızgın olmayı unuttum.
B: Oluyor mu hiç?
A: Hayır.
B: Neyse.
A: Karar verememekten olabilir.
B: Kızmaya mı?
A: Neye ya da kime kızmaya. Kızabileceğim bir şey bulamıyorum. Yani yetecek kadar.
B: Bir başlangıç yap istersen, denemiş olursun.
A: Riske giremem.
B: Haklısın, böyle daha iyi.
A: Haklı görülebilirim umarım. Haklı olmaktan daha değerli artık.
B: Vazgeçemiyorsun.
A: Farkındayım.
B: Farkındayım.
A: Pek hoş.
B: Pek hoş. (Kısa sessizlik) Benim sana hak vermem yetmiyor mu?
A: Sen sayılmazsın.
B: Niyeymiş?
A: Sen de benim gibisin.
B: Sen yanlış yere gelmişsin.
A: Bilmiyorum.
B: Evet yanlış.
A: Bilmeliydim.
B: Yanlış.
A: Belki.
B: Anlamsız şeyler yapma şansımızı kaybettik.
A: Söylemek de.
B: Ne yapmalı?
A: Kararlı olmak lazım.
B: Saçmalama.(Sahne kararır)


Sahne 4



A: Tuvaletim geldi.
B: Büyük mü küçük mü?
A: Seni ilgilendirmez.
B: Aman öğrenmeyeceğim sanki.
A: İğrençsin (aralarına yerleştirilmiş bir demir parçasına gerili perdeyi çekiştir. Birbirlerini artık görmezler).
B: Burjuvasın sen.
A: Burjuva falan değilim.
B: Burjuvalık bu yaptığın.
A: Burjuva olsam aramızda görüntüyü yarım yamalak gösteren tüllerden olurdu
B: (Gözünü deliğe dayarken) Oysa delik bir muşamba var.
A: (Parmağını delikten sokarak gözüne batırır) Komünist bir örtü bu.
B: Laylon komüzmi. Mideni üşütmüşsün.
A: Evet.
B: Rezil kokuttun. Sıçtın mı?
A: Henüz değil sadece osurdum.
B: Ona osuruk denilmez resmen hava sıçtın sen (A konuşmaz) neden ses çıkarmıyorsun? Yani ağzından.
A: Susar mısın biraz konsantre olamıyorum sen konuşurken.
B: Bu perdeyle daha mı rahatsın? Anlamıyorum bunu.
A: Ne meraklı bir ihtiyar oldun sen.
B: Perdenin olduğu yerde ister istemez bir röntgencilik durumu var oluyor. Bu çok da benimle alakalı değil.
A: Ne yani röntgenci sapıklardan kurtulmanın tek yolu her şeyin ortaya dökülmesi mi?
B: O zaman aslında görülmeye değer bir şey olmadığını fark eder insanlar diyorum ben. Ya da görülmesi gereken şeylerin farkına varmazlar. Gözlerinden kaçarsın yani. Gizemli bir şeyler olduğuna inanmasalar röntgenlemezler de. Şu küçücük delik var ya perdedeki.
A: Eee?
B: Senin sıçışını cazip hale getiren şey işte o. Senin bokunun büyüsü o. Seni sahtekar ilizyoncu. Bazen o deliği senin açtığını düşünüyorum.
A: Manyak olan sensin, ben değil.
B: Sokakta olsak şu anda ve salak bir perdeyle saklanmasan kimse sana dönüp bakmazdı.
A: Sana mı bakarlardı?
B: Tabii ki evet.
A: Sadece utananlar.
B: Sen kıçını gizlemedikçe herkes.
A: Benim kıçım her durumda senin çirkin suratından daha ilgi çekici olur.
B: İlgi çekici sözü durumu tam olarak anlatmıyor.
A: Benim kıçım her durumda senin çirkin suratından daha fazla izlenme değer.
B: O izleyenin götlekliği olur.



 Sahne 5


(Alarm çalışır.)
A: İlaç saati.
B: Yine nereye kayboldu bu çocuk?
A: Evlat! (Çocuk gelir) İlaç saati. (Çocuk ilaç fanusunu getirir) Bu sefer kazanacağından eminim.
B: Moral verdiğin için teşekkür ederim.
A: İyi olan kazansın.
B: İyi olan kazansın. (Daha önce yaptıkları gibi devam ederler. İlaç B’nin boğazına takılır. A ilacı çıkarmak için sırtına vurmaya başlar. B yere düşer. A bastonuyla B’nin sırtına vurur. B’nin peruğu düşer. Oğlan ayakta onları izler. Sonunda B ölür)
A: (Oğlana) Bak bakalım ne durumda.
Oğlan: Ölü.
A: Kaldır. (Oğlan B’yi dışarı taşır. Bu sırada A B’yi alkışla uğurlar. B’nin ayağı sahnede kalmıştır. Oğlan birazdan geri gelir. Üzerinde B’nin kıyafetleri vardır. Yerdeki peruğu alıp kafasına takar. B’nin koltuğuna yerleşir)
B: Bir film aç da izleyelim. Sıkıldım aynı hikayelerden.
Oğlan: (Ekranlardan birini televizyona çevirir) Bu filmi izlemiştik sanki.
A: Olabilir. Hepsi birbirine benziyor.
Oğlan: Her şey birbirine benziyor.
A: (Sahnede kalan B’nin ayağını fark eder) O ayak niye orda?
Oğlan: Ortama bir hava katsın dedim.
A: Ne havası?
Oğlan: Sanat yaptım.
A: Sanat ayağı.
Oğlan: (Güler) Evet.
A: Göt ayağı.