25 Şubat 2016 Perşembe

iblise azap, biter mi hesap?

Sosyal medya hareketliliğinden anlaşıldığı üzere Sabahattin Ali’nin doğum günüymüş. Epey süredir aklımda dolanan bir şeyleri yazmama vesile olur diye geçtim Word başına. Bilmem, bakalım bunun sonu gelecek mi? İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i aklımda dolanıp duran. Çehov’un İvanov’u da eşlik ediyor kendisine. Gezinip duruyorlar kafamın içinde. Arkadaşlık ediyorlar demek doğru olmaz, pek sohbet yok aralarında. Aynı dili konuştuklarını düşünüyorum oysa, hatta eminim. Hiç yoksa tanımışlardır birbirlerini kendi benzerlikleriyle. Tanımamış  da olabilirler aslında, kendileriyle olan meşguliyetlerine öyle kapılmışlar ki, bir diğerine halleri kalmamış bu anlamda, sanki. Meşguliyetleri de tartışmalı ya, neticeye bakıldığında en azından bana şüpheli görünmekte, müphem daha yakışır sanki ekose takım elbiselerinin görece sportif haline. Beyefendi adamlar, bulaştıkları yok bana, yok da taciz başka noktada tabii. Biri dolanıyorken diğeri oturmakta berjerde, bacak bacak üstünde. Ceketi hafiften kıça doğru savuran eli cebe sokuşun büyüleyici bir etkisi var. Her şey yakışıyor bu cins adamlara. İzzi dedemden sanırım, bir fotoğraftan kafama kazınmış bu mösyö duruşu. Ben de farkındayım hep yanılsama bunlar. Sigara da yakışıyor ellerine doğrusu. İnceler, kibarlar, salınıyorlar diyeceğim ama feminenlikten bahsettiğim sanılır diye çekiniyorum. Erkek çünkü bunlar, bildiğin erkek.

Hayalperest adamlar. Hayalperest erkeklerin kadınlar üzerindeki etkisi yazarlar tarafından abartılıyor diye düşünmeden edemiyorum. Yok da diyemem. Belki sınıfsal tarafına yoğunlaştırmalı bakışı, özellikle bu etki konusunda. Romantikler bir de tabii. Şiirler okur, süslü laflar eder aklını başından almanın bir yolunu bulurlar kadınların. Samimiyetlerinden hiç şüphem yok, sevenin hisleri konusunda kim ahkam kesebilir zaten, ben hayatta kesmem. Bu iki adamın ortaklığı sadece bunlarla kalmıyor işte. Her şeyi bir kenara atıp, onların yanında olmak için kendinden vazgeçiveren kadınları sevmiş, sevilmişler. Yalan söylememişler hiç bu kadınlara, kandırmamışlar onları. Belki de -en azından görüntüde- ortaya dökmüşler gizli kapaklı hallerini. Muhtemelen bağlanmaya daha da sebep olmuş bu açılım. Amma da sevilmişler Ömer ile İvanov. İlle de yazarların buraları anlatmasına gerek yok, başka türlüsü mümkün mü? Sönük bile kalabilirdi erkek karakterlerin aşkı, eş yoğunlukta konu olabilseydi Macide ve Marya’nın duygularıyla. Sonuç perişan kadınlar için. Adamların -aslolarak kendilerine- ağlaşmaları arka fonda bıraksa da kadınların hallerini, durum bu. Ruhlarını içiyorlar kadınların bu duygulular.  Sevgileri yeterince zulmetmemiş gibi, sevgileri tükendiğinde kadınların yaşadığı zulüm boyut değiştiriyor, katmanlanıyor. Bir de kendilerini perişan ediyor adamlar, ah ben nasıl bir adamım diye. Artık sevemiyor olmak öncelikli kendi sorunlarıymış gibi. Hep kendileriyle meşguller, hep meşguller, meşgale bitmez bu tiplerde zaten. Yapacak bir şey bulamazlarsa kütüphane düzenlerler. Hep bir şey eksiktir ama, bir şey hep unutulmuştur, unutulmuş gibidir, nostalji hiç bitmez. O boşlukla doğmuş gibidirler. Bu da sınıfsal tabii. Her ikisi de müthiş yazılmış karakterler. Başka türlü bu denli sinir bozucu olabilirler miydi?


Benim şeytanım bunlar. Bu yazı girişiminin bir şekilde dönüp dolaşıp kendime zırlamaya gelme ihtimalini göze almıştım. Hamlet eksik kalmıştı, o da dalıverdi odaya “aşağılık herifleriz hepimiz, inanma hiçbirimize” diyor ağzımdan konuşarak. Manastır demem tabii ki. Hak ettiğimiz meşalelerle kovalanmak.