5 Ekim 2016 Çarşamba

milli ve yerli riya

Cerattepe davası yaklaşırken artık ezberlediğimiz, yaratıcılık ve akıldan yoksun, yalanlarla dolu milli ve yerli sataşma ve karalamalar tekrar zirve yapmaya başladı. Bu milli ve yerli muhafazakarlar doğa ve yaşam alanı savunmalarının kırılma anlarında mantar gibi bitmeye başlarlar. Kah yağma ve talana karşı direnişin başladığı yerde kah savunucuların davalarını mahkeme salonlarına taşımaya başladığında ortaya çıkıverirler. Zeytinliklerine sahip çıkan Yırca köylülerine, nükleer santrale karşı çıkan Sinop halkına karşı da aynı milli ve yerli muhafazakar düşmanlığını yansıtmışlardı. Heslere, termik santrallere, Reslere, madenlere ve bir alay yağma projesine karşı toprağını, suyunu, yaşam alanını savunmaya çalışan herkes bu saldırılardan, yalanlarla dolu karalamalardan nasibini aldı.

Tüm bu kokuşukluk içinde sürekli kulağımızda çınlayan bir safsata, ne idüğü belirsiz milli ve yerli. Devlet tiyatrolarının başındaki insan sıfatıyla uluslar arası tiyatro festivallerine gidip oyun izlemeye tenezzül etmeyen müdürün dilinde de aynı ucube lafı duyabiliyoruz, sanki kafalarından geçeni sahneye taşıyacak kadar Türkçe yazılmış kokuşuk oyun varmış gibi konuşuveriyor müdür. Oyun izlemediği gibi okumuyor da muhtemelen ya da kendi müdürüne oynuyor. Sonuçta ne kurgunun sağlamlığı, ne inandırıcılık, ne de dramatik örgü falan umursanan şeyler değil tiyatronun müdürü için. Seyirciyi tatmin etmekten başka bir derdi yok demek de anlamını kaybetti, tek bir seyircisi var çünkü. Onun da kalkıp salona gelecek hali yok, belki kaçak saraya taşır gösterisini de tarihsel döngüyü tamamlar ve taht yamacında ısırılmış meyvelerden kemirme şansı bulur.

Yerli dendiği zaman artık akılda nelerin canlandığı malum. Benim çocukluğumda yerli dendiğinde akla pazar günleri trt karşısında izlenen western filmleri ve yerli malı haftası gelirdi. Bedenle beraber akıl da başka şekiller alıyor tabii. Yerlinin toprağa ait bir şey olduğunu öğreniyorsunuz. O toprağın doğal yaşamının bir parçası olan şeydir yerli. Binlerce, bazıları içinse milyonlarca yıl içinde o toprak üzerinde olan biten her şeyle beraber şekil alan, değişen, dönüşen bir şey yerli. Tohum mesela. Binlerce yılda kök saldığı bölgede doğanın değişimiyle birlikte o da değişir. Oranın böceğiyle sineğiyle tanışır ve kendi savunma mekanizmalarını geliştirir. Dönüşe dönüşe aldığı halde komşusu olan ağacın, sineğin, böceğin, solucanın, topraktaki minerallerin, onu karnında taşıyan domuzun, geyiğin, yağmurun, rüzgarın, derenin, kuşun payı vardır. Onun da aynı şekilde her birinde. Onla da bitmez oranın türküsünde, halısında, sepetinde, folklorunda, seyirlik oyunlarında etkisi vardır. Bu memlekette kadim, binlerce yıllık, yerli tohumlar kayboluyor. Belki pazarlarda denk gelenler vardır yerli tohum satan köylülere. Yaptıkları suç devlete bakarsanız. Yerli tohum satışı yasaklandı çünkü. Gönüllü tohum bekçileri, şenlikler organize ederek tohum takası yapan ve kadim tohumları korumaya ve yaşatmaya çalışan insanlar ve inadı inat hala atasından kalan tohumu saklayan sayısı çok az köylü olmasa yerli türleri tamamen kaybedeceğiz. Yok olan türler var ne yazık ki. İlaç ve tohum şirketleri tarımcının kanını emiyor. Ve tabii yerli ve milli yurttaşların gıkı çıkmıyor bu konuda.

Bu toprağın en meşhur yerlisi buğdaydır. 12 bin yıl önce bugün Şanlıurfa Karacadağ diye bildiğimiz toprakta başak vermiş ilk olarak. Tüm dünyada yetiştirilen buğdayların anası bizim yaşadığımız, yurt edindiğimiz bu topraklarda selamlamış hayatı ve sonrasında hayat bambaşka bir hal almış. O buğday 2015-2016 arasında sürdürülebilirliğini tehlikeye sokan kriz eşiğini gördü. Tüm dünyaya yayılan ve her medeniyette ciddi etkisi olan buğday böyle giderse ana vatanında yok olacak. Ve yine yerli ve milli diye ağzından salyalar saçanların bu konuda bir rahatsızlığı görülmüyor.

Milli ve yerli içeceğimiz olarak ayranın sunulduğunu da hatırlarsınız. On numara içecektir. İhtiyacınız olan yoğurt ve su sadece. Türkçenin dünya dillerine kazandırdığı nadir sözcüklerden de biri yoğurt bu arada. Memlekette neredeyse şirketlere satılmayan su kaynağı kalmadı, milyonlarca insan musluk suyu bile içemiyor. Yoğurt yemek içinse ya köylere gideceksiniz -tabii hala süt sağabilme şansı olan bir köylüye denk gelebilirseniz- ya da epey bir para ödeyip süslü kaplarda soyguncu organik tüccarları zengin edeceksiniz, yoksa marketten alacağın şey yoğurt süsü verilmiş bir faydası olmayan kimyasal bir bulamaç. Yani ne suyun senin ne yoğurdun yoğurt. Bunlardan yapacağın ayran da ne kadar ayran bilemem ama on numara bir milli ve yerli ucube örneği olduğu kesin.

Bu toprağın yerel zenginliklerinden biri de zeytin. Doğrudan ve dolaylı 10 milyonun üzerinde kişinin geçimini sağlıyor. Milli ve yerli iktidar “25 dekar altındaki zeytinliklerin zeytinlik olmadığı”nı kanuna geçirerek talanın önünü açtı. Türkiye'deki zeytinliklerin büyük çoğunluğu 25 dekarın altında. 2014’te Manisa’nın Soma ilçesi, Yırca köyünde, Kolin Grubu tarafından termik santralı yapılması gerekçesi ile 6 bin ağaç talan edildi. İnsanlar ağaçlarını korumak için direndiler. Davalar açtılar. Danıştaydan karar beklenirken bir gece öncesinde köylülere saldırıldı, ağaçlar katledildi. Milli ve yerli muhafazakarlar o zaman da klavyelerin başına geçtiler. Alman ajanlarının yerini Yahudi lobisi alıverdi. “Zeytin Yahudi ağacıdır, hepsi kesilecek” diyerek kampanya başlattılar. Neymiş, kıyamet yaklaşırken Yahudiler ve Müslümanlar arasında savaş çıkacakmış da Yahudiler zeytin ağaçlarının arkasına saklanacakmış. Yıllarca Ramazan geldiğinde televizyonda duyduğum oruç açma öncesi yayınlanan program geldi aklıma; “Bir yudum su, bir zeytin tanesi inananlar için her şeye bedeldir.” Şirketlere suyunu sattın, zeytinliklerini kestirdin be muhafazakar, neyin muhafazasındasın? Cevap belli. Yağmanın, talanın, ulusal ve uluslar arası şirketlerin çıkarlarının muhafızı olmuşsun.

Zeytin kanunu gibi şeker pancarı için de kanunlar çıkarıldı. Ne mi bu şekerpancarının olayı; “Şekerpancarı kendisinden sonra ekilen hububatta yüzde 20 verim artışı sağlayan, baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 5 kg saf fosfor ve 15 kg saf potasyuma eşdeğer bitki besin maddesi temin eden bir bitkidir. Şekerpancarı tarımı buğdaya göre 18 kat, ayçiçeğine göre 4.4 kat daha fazla istihdam sağlıyor. Şekerpancarının yan ürünleri olan baş ve yaprakları, küspesi, melası en ucuz kaba yem olarak değerlendirilir. Bir dekar şekerpancarı yan ürünlerinin içerdiği hayvansal besin değeri 500 kg arpaya eş değerdir. Başka bir deyişle; bir dönüm şekerpancarı yetiştirirken, aynı anda hayvanlarımız için yaklaşık iki dönüm de arpa yetiştirmiş gibi ek değer üretiriz. Şekerpancarı eş alandaki çam ormanına oranla üç kat daha fazla oksijen sağlar. Yani 1 dekar şekerpancarının havaya verdiği oksijen miktarı 6 kişinin bir yıllık ihtiyacını karşılar. Yılda yaklaşık 20 milyon tonluk taşıma hacmi yaratan bir bitkidir. Şeker kanunu öncesi Türkşeker’in yıllık taşıma sektörüne sağladığı yük miktarı 15 milyon ton, yaptığı ödeme ise 57 trilyon liradır. Alkol imalatında kullanılan etil alkol şekerpancarı melasından elde edilir. Melas aynı zamanda maya sanayisinin ana hammaddesidir. Şeker Kanunu çıkarılmadan önce melastan üretilen mayalar 80 ülkeye ihraç edilmekte, döviz kazandırmaktaydı.”1 Yakında şekerpancarı için de bir cevvallik bekliyorum sizden milli ve yerli mahafazakar muhafızlar. Bu sefer de Cargill'in kuyruğuna takılırsınız. Eski sloganlara mı başvururlar artık yoksa uzaylılara kadar giderler mi bilemem ama yakında onu da öğreneceğiz.







1Abdullah Aysu Şekerpancarı Gereklidir; Neden? http://bianet.org/bianet/tarim/178652-sekerpancari-gereklidir-neden

1 Mart 2016 Salı

kış masalı

çok çok zaman önce, çok çok uzak bir diyarda yaşayan bir topluluk varmış. dört bir yanı yüksek dağlarla çevrili bir yurtta yaşarlarmış. ayaklarının altında yemyeşil bir örtüyle kaplı verimli topraklar yatar, yüksek dağlardan akıp gelen dereler kaynaşırmış. kayalarla kaplı duvarlar halinde etraflarını saran dağlar yurtlarını bir vahaya çeviren ve onları doğanın bir hediyesi olarak sarıp sarmalayan kollar gibiymiş. öyle yükseklermiş ki pamuktan bir şapka gibi hiç eksik olmazmış başlarındaki bulutlar. vadide alınan hiçbir nefesin oradan ayrılmasına izin vermez, yükselip dağılmaya çalışanlar zirvelere ulaştığında kayaların öpüşleriyle yağmur olur, geri dönermiş ayaklarının altına, başlarının üstüne. çatılarda tıkırtı, ateş üstünde fısırtı olurlarmış.

az çalışıp bol konuşurmuş burada insanlar. uykuları da uzun uzunmuş, gezintileri de. dereleri balık, bahçeleri meyve doluymuş.

zevke, sefaya, düşünmeye çok önem verirlermiş. gözleri her daim her maddenin peşindeymiş. bulutsuz gecelerde yıldızları, rüzgarlı günlerde otların salınışını, böceklerin muhabbetini, kuşların şakımasını izlerlermiş. sırların peşine düşer olmuşlar. gözün hemen göremediğini gördüklerinde görmeyi düşünmeye başlamışlar. gören nedir, görülen kimedir onu sormuşlar. görmeyi anlayıp baktıkça gördüklerini anlatmaya girişmişler. dilin hemen anlatamadığını anladıklarında da dile dertlenir olmuş, dili dinlemeye koyulmuşlar. dil nedir, neye bağlanmıştır, neye bağlar sormuşlar. sözü düşünüp lafa soyunmuşlar. masalcı olmuşlar.

dağlar kış geldiğinde onları saran kayalarının ardından içlerine girmeye çalışan soğuk rüzgarları sert bir uğultuya çevirirmiş. kapılarına dayanan devlerin homurtuları gibiymiş. kış masalları olmuşlar. ellerinde koca balyozlarla dağları aşmaya çalışan ama koruyucu kaya kolları gevşetip içeri girmeyi başaramayan kış devleri. vadiler onların homurtularını taşırmış kış boyunca vahaya. iç titreten nefesleri ulaşır, tüyleri dikermiş havaya. dağların zirveleri karla kaplanırmış ama ne soğuk kış ne de kıtlık onları aşıp yanlarına ulaşamazmış. baharda devler kapılarından elleri boş gerisin geri geldikleri o uğursuz diyarlarına dönerlermiş.

devlerin gidişinden sonra periler gelirmiş. küçücük kanatlarının çırpınışları teni okşayan bir nefes olurmuş. devlerin ve perilerin masallarını anlatmışlar yıllar yılı.

anlattıkları masallar kısalır olmuş. söz söyleme becerileri arttıkça sözler azalır olmuş. daha az ama daha çok söylemeye başlamışlar. kulak duyar olmuş, incelmişler.

her olanı anlamak, her görünene bakmak, her sesi duymak, her duyulanı dinlemek isteyen topluluk bilmeye doyamaz olmuş, onları sarıp sarmalayan dağları düşlemeye başlamışlar. tırmanmış, dokunmuş, oturmuşlar onda. ondan parçalar alıp kayaları gözlemişler. onu kullanmış, onunla oynamışlar. ona şekil vermişler. kayaya dokundukça onun dokunuşa cevap verdiğini görmüşler, bunu görünce de dokunuşu merak etmişler. ellerini tanımışlar. elleri tanıdıkça şekil vericiliğini görmüşler. elin şekil vericiliğini fark ettiklerinde eli şekillendirenin ne olduğunu sormuşlar. el neye bağlıdır, el neyle bağlıdır sormuşlar. bağı düşünüp dokunmaya soyunmuşlar. soruyu anlamış, cevabı kayada hikayeyle anlatmışlar. masalları kayaya geçmiş. kocaman sert hatlı devler, narin ufacık periler yapmışlar, kayalar masal anlatmış. şekil verdikçe küçülmüş ellerindeki kaya parçaları, becerileri arttıkça daha da küçülmüşler. daha az ama daha çok şey yapmaya başlamışlar. göz görür olmuş. incelmişler.

vakit geçmiş, zaman akmış, dünya dönmüş. koca elli bir adama yetmez olmuş yaptıkları. daha da büyütmeye başlamış heykellerini. elini üstüne koyduğu kayalar büyüdükçe içinde de bir şeyler büyür, arzusu gittikçe kabarır, kabardıkça büyür, büyüdükçe adam daha da yetinemez olmuş. kocaman kayaları dağdan söküp getirmiş. çok hızlıymış eli, kimse onun gibi güçlü vurmazmış. kaçınılmaz olan, her darbeyle kayanın küçülmesi deliye çevirmeye başlamış koca eli hızlı, güçlü vuran adamı. en yüksek yerlerine tırmanır olmuş dağların, orada kayaların en büyüklerini bulmuş. aylar sürmüş indirmesi dev kayayı. koca bir delik kazıp sivri yanı içine girecek şekilde dikine yerleştirmiş onu. düşünmüş, düşünmüş. günlerce hiç konuşmadan karşısında oturmuş kayanın, bakmış. kayayla yapabileceği en büyük heykeli bulmuş, başlamış olabildiğince az vurmaya. heybetli bir heykel yapmış, daha önce kimsenin yapmadığı kadar büyük bir heykel, tüm vadiden görünecek kadar büyük. topluluktakiler gelip yakından bakmışlar heykele. adam heykelin karşısında büyülenmiş, büyüklüğüne, yaptığına hayranlıkla durmuş. sonra koca heykelin ağırlığını kaldıramamış kazdığı delik ve heykel adamın üzerine devrilmiş. adam oracıkta can vermiş. cesedi çıkarmak için kayayı kaldırmaya kimse yanaşmamış. o koca kaya koca eli hızlı, güçlü vuran adama mezar taşı olmuş.

25 Şubat 2016 Perşembe

iblise azap, biter mi hesap?

Sosyal medya hareketliliğinden anlaşıldığı üzere Sabahattin Ali’nin doğum günüymüş. Epey süredir aklımda dolanan bir şeyleri yazmama vesile olur diye geçtim Word başına. Bilmem, bakalım bunun sonu gelecek mi? İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i aklımda dolanıp duran. Çehov’un İvanov’u da eşlik ediyor kendisine. Gezinip duruyorlar kafamın içinde. Arkadaşlık ediyorlar demek doğru olmaz, pek sohbet yok aralarında. Aynı dili konuştuklarını düşünüyorum oysa, hatta eminim. Hiç yoksa tanımışlardır birbirlerini kendi benzerlikleriyle. Tanımamış  da olabilirler aslında, kendileriyle olan meşguliyetlerine öyle kapılmışlar ki, bir diğerine halleri kalmamış bu anlamda, sanki. Meşguliyetleri de tartışmalı ya, neticeye bakıldığında en azından bana şüpheli görünmekte, müphem daha yakışır sanki ekose takım elbiselerinin görece sportif haline. Beyefendi adamlar, bulaştıkları yok bana, yok da taciz başka noktada tabii. Biri dolanıyorken diğeri oturmakta berjerde, bacak bacak üstünde. Ceketi hafiften kıça doğru savuran eli cebe sokuşun büyüleyici bir etkisi var. Her şey yakışıyor bu cins adamlara. İzzi dedemden sanırım, bir fotoğraftan kafama kazınmış bu mösyö duruşu. Ben de farkındayım hep yanılsama bunlar. Sigara da yakışıyor ellerine doğrusu. İnceler, kibarlar, salınıyorlar diyeceğim ama feminenlikten bahsettiğim sanılır diye çekiniyorum. Erkek çünkü bunlar, bildiğin erkek.

Hayalperest adamlar. Hayalperest erkeklerin kadınlar üzerindeki etkisi yazarlar tarafından abartılıyor diye düşünmeden edemiyorum. Yok da diyemem. Belki sınıfsal tarafına yoğunlaştırmalı bakışı, özellikle bu etki konusunda. Romantikler bir de tabii. Şiirler okur, süslü laflar eder aklını başından almanın bir yolunu bulurlar kadınların. Samimiyetlerinden hiç şüphem yok, sevenin hisleri konusunda kim ahkam kesebilir zaten, ben hayatta kesmem. Bu iki adamın ortaklığı sadece bunlarla kalmıyor işte. Her şeyi bir kenara atıp, onların yanında olmak için kendinden vazgeçiveren kadınları sevmiş, sevilmişler. Yalan söylememişler hiç bu kadınlara, kandırmamışlar onları. Belki de -en azından görüntüde- ortaya dökmüşler gizli kapaklı hallerini. Muhtemelen bağlanmaya daha da sebep olmuş bu açılım. Amma da sevilmişler Ömer ile İvanov. İlle de yazarların buraları anlatmasına gerek yok, başka türlüsü mümkün mü? Sönük bile kalabilirdi erkek karakterlerin aşkı, eş yoğunlukta konu olabilseydi Macide ve Marya’nın duygularıyla. Sonuç perişan kadınlar için. Adamların -aslolarak kendilerine- ağlaşmaları arka fonda bıraksa da kadınların hallerini, durum bu. Ruhlarını içiyorlar kadınların bu duygulular.  Sevgileri yeterince zulmetmemiş gibi, sevgileri tükendiğinde kadınların yaşadığı zulüm boyut değiştiriyor, katmanlanıyor. Bir de kendilerini perişan ediyor adamlar, ah ben nasıl bir adamım diye. Artık sevemiyor olmak öncelikli kendi sorunlarıymış gibi. Hep kendileriyle meşguller, hep meşguller, meşgale bitmez bu tiplerde zaten. Yapacak bir şey bulamazlarsa kütüphane düzenlerler. Hep bir şey eksiktir ama, bir şey hep unutulmuştur, unutulmuş gibidir, nostalji hiç bitmez. O boşlukla doğmuş gibidirler. Bu da sınıfsal tabii. Her ikisi de müthiş yazılmış karakterler. Başka türlü bu denli sinir bozucu olabilirler miydi?


Benim şeytanım bunlar. Bu yazı girişiminin bir şekilde dönüp dolaşıp kendime zırlamaya gelme ihtimalini göze almıştım. Hamlet eksik kalmıştı, o da dalıverdi odaya “aşağılık herifleriz hepimiz, inanma hiçbirimize” diyor ağzımdan konuşarak. Manastır demem tabii ki. Hak ettiğimiz meşalelerle kovalanmak.

30 Ocak 2016 Cumartesi

neymiş bu memleket

memleket nere diye bir soru vardır hani ne iş yapıyorsunun ardından gelir genelde ve çoğu insan için doğmadığı, hiç görmediği bir hayali yerdir o memleket. cevabı atadan gelen ve sadece hafızanın sağlamlığına bağlı bir cevap. memleketliliğin atadan/erkekten gelirliği kendi başına çok şey anlatır aslında. o erkekliğin ne olduğunu biliriz biz. sadece bir cinsiyeti anlatmaz, hükmetmenin kuşaktan kuşağa da naklidir o. önemsizliğinden değil kesinlikle ama o erkekliği bir kenarda bırakıp hafıza kısmına dair bir iki laf etmek arzum öncelikle. kaç kuşak geriye doğru sayabiliyorsa bir insan soyunu, kendine memleketim dediği yeri de o bilgiyle bulur. milli eğitimin söylediğine bakılırsa tüm memleket orta asya'dan kalkıp gelmiştir, en azından yok kardeşim ben şuradan geldim diyecek bilgisi olanlar dışında. türk olmanın türkiyeli olmak anlamına geldiğini öne sürmek gibi gülsek mi ağlasak mı dedirten bir yorum da son zamanlarda iyice popülerleşmiştir ya, ne diyeni ne de denileni ciddiye alamıyor tarih bilgimiz. hafızaya döneyim ben, atanı, dedeni ne kadar geriye doğru takip etmekse olay, gezegende yaşayan her modern insanın (homo sapiens) gidip gidebileceği en azından bugünkü bilgiler yardımıyla belli. omo vadisi diye bir yer var etiyopya'da, omo nehrine yakın bir nokta. anadilinizi de oralarda bulabilirsiniz; klik dili. şeceresi en kalın olan yarıştırsın bakalım yaklaşık 200 bin yıl önceye tarihlendik etiyopya'da. soyağacının birden ortaya çıkıveren kayıp bölümü birini rizeliden samsunluya, antalyalıdan muğlalıya, erzurumludan karslıya zıplatıverdiğinde kabul edilebilirse, omolu olmaya zıplamak da aynı derecede kabul edilebilir görünüyor bana.
kendini ait hissetmek diye de bir şey var tabii, son derece anlaşılır. kendisini yaşadığı gezegene değil ama gezegendeki tek bir noktaya bağlı hissedenler olabilir. yorma abi beni gözümün gördüğü yer yeter bana, eyvallah kardeşim, o da makul.
lafı fazla dolandırdım galiba. memleket diye bağır çağır sokaklara çıkan, ilk fırsatta kitlesel olarak çıktığı sokakta yağmaya, talana, lince girişen bir memleket sevdalısı yığın var. memleketi de bir millet üzerinden ifade ediyorlar, kendilerine bakarsan ırk üzerinden de, ırk diye bir halt yok kardeşim demek çok da bir şey anlatmıyor kendilerine bildiğiniz gibi. sadece türklük de yetmiyor haliyle, onlar gibi düşünen türkler istedikleri.
neymiş peki memleket? doğduğun yer mi, doyduğun yer mi ya da birilerini doğduğuna pişman ettiğin yer mi? başkalarına acı çektirdiği yer bu yığın için memleket. memleket üzerine yaptığı her muhabbet cengaver bir geçmişi övmeye dayanıyor neticede. can alınan, kan dökülen bir toprak parçası anladığı. bildiğiniz mezarlık. artık ölüleri bile gömdürmediği bir mezarlık.

ideal devlet

                Söylediği her şey doğru ve gerçek olarak görülecek, hükmettiği herkes ona koşulsuz itaat edecek, her tavrı topluluğun çıkarı anlamına gelecek, o en iyisini bilecek ve takipçileri de buna yürekten inanacak, o toplumun kendisi, toplum da o olacak, topluluk bizzat onun bedeninde canlanmış olacak, o halk demek olacak, millet demek, toplum demek olacak, tanrısal olacak, velinimet, şef, lider, hükümdar, yol gösteren, karanlıkta yolu aydınlatan fener, nefer, önder, herkesi bir arada tutan çoban, maya ve harç, tanrısal, kaynak olacak o, o artık o olmayacak, tek tek her birey olacak o, her bireyde o olacak, dağılacak ve çoğalacak…
                Hangi müdürün gönlünde yatmaz bu? Ama müdür olacak, pırpırı ne kadar çoğalırsa çoğalsın omuzlarında, süslü sıfatlar ne kadar yapıştırılırsa yapıştırılsın adının önüne, lakapları artsa da her cengaverliğinde, müdür kalacak!
                Devletli toplumlarda arada sapmalar olur, istisna perdesinin ardına gizlenmiş kaçınılmaz çıkıverir ortaya. İktidarın olduğu her yerde sabırla bekler o. Adını ne koyarsanız koyun rejiminizin, faşizmin kuluçkasıdır o. Önünde sonuna çıkar ortaya, hakkı olanı alır, devletin ve iktidarın hakkını verir.

                Kaç bin yıldır afili toplum sözleşmecileri süslü fikirler üretti durdu. Buldukları en ideal devlet zincire vurulanı, kısırlaştırılmış olanıydı. Sakatlatılmış bir halini ideal olan diye yutturmaya kalktı retorikçi şarlatanlar. İkinci bir örnek versin biri ideal hali güçten düşürülmüş olana. Faşizmin dizginlenmeye çalışılmasıdır tüm devlet kuramları. Dizginleyemediler, onu da gördük. Devlet ideal haline doğru ilerler, fıtratı budur. Faşizm devletin ideal halidir. Alın devletinizin turşusunu kurun.

6 Eylül 2015 Pazar

şapkanın etiketi

6-7 Eylül olaylarını ben annanemden dinledim. o sırada istiklaldeymiş Mefharet hanımcığım, yıkılan cam çerçeve, yağmalanan mağazaların ortasında kalmış. küçüktüm aklımda bir fotoğraf kaldı o hikayelerden, kafasında etiketi sallanan şapkalarla gezen adamlar. çocuk kafasıyla neden o kaldı aklımda bilmiyorum ama o görüntü kendi gözümle görmüşüm gibi aklımda hala, kirli sakalıyla pis pis sırıtan bir adamın kafasında etiketi sallanıyor sağa sola bir şapkanın. ben o adamı birçok defa daha gördüm, yağmacı, faşist, sinsi, ikiyüzlü, kokuşuk, pis bir sırıtış suratında. komşusundaki yemeğin hayaliyle kendi sofrasına oturan, yedikçe yiyen ama bir türlü doymayan, sofrasındaki yemeğin tadını hiç alamamış insan, içinde kin ve tiksintiyle büyüttüğü, kendisinin de hücresi olan o dolmaz boşluğu içine tıktığı her pislikle daha da büyüten hem mahpus hem de gardiyan. herkesi kendine düşman belleyen ve bunla kendini hiç bilemeyen, kendine yabancı, kendine cahil, kokuşmuş, çürümüş bir posa.
tanıyoruz seni kokuşuk.
karanlık bir masalın ilk sözlerisiniz, etiketi üzerinde şapkalarla gezermiş istiklal caddesinde yağmacılar.

17 Mart 2015 Salı

bugün günlerden kronstadt



kronstadt bugünün türkiye'sinde belki de hiç anlatmadığı kadar şey anlatıyor. 1921'den beri anlattığından başka/yeni bir şey yok ama sadece devletin zulmüne tanık olan değil aynı zamanda devletin dışlandığı bir hayatı kurmaya çalışan birbirine benzemez binlerin hayatına tekabül eden bir şeyi anlatıyor. kronstadt bir devlet rutinidir. roboski gibi, halepçe gibi, dersim gibi ve devletler varolduğu sürece dahasının da olacağı gibi. pek bir resmi kaynaklara göre 4127 yaralı ve 527 ölüyle çıktı işin içinden devletin biri. ateşkes imzaladıktan sonra barış içinde uyuduğunu sanan devrimcilerin üzerine top atışları yaparak bir komünü sonlandıranla aynı devlet. bu da bir devlet rutiniydi, artık hepimizin de deneyimlediği gibi. devletler komünlere güneş doğmadan önce saldırır tüm acımasızlıklarıyla. kronstadt'a kulak verin, orada senin de hikayen anlatılıyor. 96 yıl önce seninle aynı şeylerden bahsettiğini göreceksin. fabrikaların idaresini eline alan işçilere, toprağı özgürce işleyen köylüye, kararların komün içinde birlikte alındığı bir ilişki biçimine, profesyonelleşmemiş ve tek görevi bilgi taşımak olan temsilcilere, sovyetin bir iktidar adı olmadan önceki haline bir kulak ver. zamandan ve mekandan kurtulmuş bir kardeşliğin, kader ortaklığının izini sürün. geçmiş zamanın perdeleri arasında devlet dersinde yanarak ölmüş, derisi kayışa dönmüş çocuklar birbirine yapışmış dudaklarının arasından fısıldıyor sana, katilimi biliyorsun. devrim kendi çocuklarını yemez, çocukları devlet yakar.