16 Ekim 2014 Perşembe

tarihle zuhur



Bu savaş da bitecek elbet. Ve bu savaşa da diğer savaşlar gibi karşı duran ya da yaşasaydı diğer savaşlara karşı durduğu gibi bu savaşa da karşı duracak olan şairlerden "pukle"leri bu savaşta ölenleri sevmedikleri için susanlar paylaşacak sosyal ortamlarda arsızca. Kurbağalara bakmaktan gelemeyecekler onlar, yapıştıracak o kurbağalar suratlarına, şiirlerle değil siğillerle dönecekler. Hayat hep kısa olacak ama uçan kuşlar sıçacak kafalarına. Onları düşünmek güzel şey, ümitli şey olmayacak, en bet ses: savaş çığırtkanlığının sesi gelecek kulaklarımıza. Tarihle zuhur meselesi meselemiz, elmanın armudun hesabını yapmadan sevgide de, öfkede de, hınçta da, direnişte de ayıracağız yollarımızı. Tarihe böyle geçilecek, böyle işte, zuhur olunduğu gibi; çıplak, çırılçıplak.

23 Eylül 2014 Salı

ılım için hiç de ılımlı olmayan lafazanlıklar

bir taş, altı bir üstü bir, güneşten sonra üçüncü cimi'nin de dediği gibi. tam göbeğine vurduğunda güneş bir eder işte geceyi de gündüzü de. bir eder, aynı eder, denk eder. altı da bir üstü de bir, bilemem hangisi alttır hangisi üst. eşit eder diyorlar günü geceye, eşit. ılıma ılımlı bir yaklaşım sanki bu, neymiş be eşitlik. var mıymış kozmosta eşit lafına yer. eşit dediğin bölünmüş, ayrılmış, ezilmiş bir dünyanın lafıdır oysa. eşit olmaz gece gündüze, olursa denk olur. bu eşek yükü dünyada bir yanın bir yana denkliği gerekir taşımak için, bunu hatırlatır bana, eşekliğimi hatırlatır.

31 Mayıs 2014 Cumartesi

ihanetim gururumdur

Hain diyormuşsunuz bize. Gurur duyarım. Başkası adına konuşmaya devrimci terbiyem izin vermez lakin katletmeye soyunduğunuz insanların affına sığınarak söyleyeyim, onlar da gurur duyar bu ihanetten, eminim. Hainler diyormuşsunuz, doğrudur. Haini bol bir direnişin içindeyiz. Erkekliğin iktidar olduğu bir toplumda, o erke ihanet eden erkeklerden oluşan hainler var aramızda. Sırtlarında tacizci bir kambur, üzerlerinde kalın bir kabuk olan o erkekliğin egemenliğiyle mücadele eden erkekler. İhanet ettikçe özgürleşiyoruz. İşi gücü doğurmak, erin arkasını toplamak olan, kölelik üzerlerine sıfat diye yapıştırılan, hücresi olan evin içindeki esir kadınlar, mal olarak görülen kadınlığa ihanet ediyorlar. İhanet ettikçe özgürleşiyoruz. Üstünlük, arilik masallarıyla pohpohlanıp, kendinden başka herkese düşman edilmeye çalışılan Türklerden oluşan bir hain topluluğu da var. Roboski vicdanı,  Hrant kardeşi olan hainler. İnkılap tarihi kitapları kafasına çalınan, kafası betona döndürülmek istenen ve artık o kafayı kırmaya girişen hainler. İhanet ettikçe özgürleşiyoruz. Bugün pazarda rantı en yüksek ürün haline gelen Sünni Müslümanlık da eksik kalmadı ihanete uğramakta. Alevinin kuyruklu, Ermeni’nin boynuzlu olduğu, Çingene’yle sevişmenin artık abdest tutmaz hale sokacağı safsatalarıyla büyümüş ama artık cemi de, canı da ciğerine sarmış Sünnilerden oluşan hainler var aramızda. İhanet ettikçe özgürleşiyoruz. Sınıflarına ihanet eden burjuvalar, zengin çocukları var aramızda. Kardeşçe paylaşmaya inanmış, sömürünün yok edildiği başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan hainler. İhanet ettikçe özgürleşiyoruz. Hepimiz insanız değil mi? İnsanlık, o da tartışmalı bir konu. Gezegenin sahibi, her canlının hakimi, dünyanın altında üstünde ne varsa kendine istediği gibi alan efendi insanı reddeden insanlar var aramızda. İnsan diye yutturulmaya çalışılan asalak, sömürgen canavarı kabul etmeyen, bir halt sandığınız insanlığa, insanlığına ihanet edenler, kendini gezegenin sadece bir parçası olarak görenler, cinsinin hainleri var. İhanet ettikçe özgürleşiyoruz. Bitmedi, bitmeyecek de ihanet hikayemiz. Bizi birbirimizden uzaklaştıran, bizi köleleştiren, üzerimize yapıştırılmaya kalkan ne kadar safsata etiket varsa o kadar da hainimiz var. Bu noktada ihanette sınır tanımıyoruz.
Bize hain diyenler varmış, amenna. Efendilere harcayacak nefes yok. Onların sarıldığı her şeye ihanet etmek boynumuzun borcu. Ama hain diyenlerin arasında enteresan insanlar da var. Açlıktan sürüm sürüm sürünen, taşeron işçilikte kemikleri sızım sızım sızlayan, efendinin ayağının altında sömürüldükçe sömürülenler. Bizlerin karşısında dikildiğimiz, bizlerin katili efendilerin kurbanları olan şaşkınlar. Siz neyin ihanetindesiniz? Bizim hainlerimiz sınıflarına, statülerine, üzerlerine yapışan sömürü sıfatlarına ihanet ediyor, bizim hainlerimiz vicdanlarıyla, özgürleşmek uğruna ihanet ediyorlar. Ya siz neyinizle, ne pahasına, ne amaçla ihanet ediyorsunuz?
Bu daha başlangıç, ihanete devam!

28 Mayıs 2014 Çarşamba

tornadaki malzemeden bir bukle



birkaç yıldır dönüp dolanıp not aldığım oyundan, efendinin konuşmasından bir bukle.


İyi yalan söyleyenler yalan söyledikleri insanların inanabilecekleri yalanı söyler. Onun da inandıklarını yalana dahil eder, onu yalanın bir parçası haline getirir. Hediye almakla yalan söylemek birbirine benzer. Her ikisinde de karşındaki insanı ne kadar tanıdığın görülür. Bazı insanlar klişe hediyeler alır sürekli. Kravat, parfüm, çiçek vs. Herkesin ilk aklına gelen yalanları söyler bu tipler. Nasıl hediye aldığın insanı ne kadar tanıdığını gösterirse, yalan da o kadar gösterir. İnsanların ihtiyaçlarını ve inançlarını bilmelisin. Ya da ihtiyaçlarını yaratmalı, inançlarını belirlemelisin.

27 Mart 2014 Perşembe

tatava sensin ya da anladım ben seni





Bu kişisel bir yazıdır. Kişiseldir çünkü yapılan eleştirileri kişiliğime yapılmış bir saldırı olarak algılıyorum.

“Seni/sizi biz çok iyi anlıyoruz. Senin sorunların da bizim sorunlarımız. Büyük resmi gözden kaçırmamalısın(ız). Güçleri birleştirmek zamanı şimdi, gel bize katıl, düşmanımız/rakibimiz aynı. Dedim ya, sorunlarını senin kadar önemsiyorum. Romantikliğin zamanı değil. Biliyoruz duygusal insanlarsınız siz ama gerçekçi olmak lazım. Hayaller karın doyurmuyor. Her şeyin bir zamanı var, onların da zamanı gelecek ama biraz sabır şimdi.”

            Bu bir alıntı değil ama olabilirdi de. Pek çok insanın buna benzer bir konuşmaya maruz kaldığından hiç şüphem yok. Farklı konularda, farklı durumlarda buna benzer lafları duymak olası. Mikro da denilen mücadele alanlarında bulunan her insan, makro denilen politika alanına dahil birinden bunu duyar, kimse artık mücadelenin ebadını belirleyen. Bu lafları farklı insanlardan duyabilirsiniz ama tüm bu insanların ortak bir özelliği vardır. O da egemen olan ya da egemen olandan yana olmasıdır. Büyük resme büyüklük meraklıları bakar. Büyüklükten başkasını görme becerisi olmayan, işlevselciği elden bırakmamakla beraber boyuta tutkunlar.
Makroiktidarların yok edilebilmesinde mikroiktidar alanlarının ortadan kaldırılmasının canyakıcılığı, yüzyılımızın küçük hikayelerin yüzyılı olduğu, otoriteryenliğin miadının dolduğu, herkesin sözünün hakkının verildiği doğrudan temsiliyetli komünler. Hele ne idiği belirsiz çok renklilik lafı. Bizim anarşist camiada da çok edilen laftı, laftır bu ve elle tutulur bir yanı yoktur sonuçta.
Herkesin, her bireyin kendini kendi gibi ifade edebildiği bir topluluk. Farklılıkların ayrışma ve kopma değil birbirini dürten, dürttükçe kendi de değişen, hayatı da değiştiren atomize bir yaşam biçimini oluşturması. Direnişe her bireyin biricikliğini koruyarak kendi becerileri doğrultusunda katkısı olması. Her bireyin direniş etiği ile ihtiyacını karşılayacak kadarını alması. Biz anarşistler herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre deriz buna. Gezi diye herkesin altına imza attığı şeyler değil miydi bunlar? Ne çok edildi bu laflar değil mi? Süslü laflar. Yerin dibine batsın süslü laflar.
Şimdi bir tatavadır gidiyor. Tatava yapmamalıymışız. Basmalıymışız, geçmeliymişiz. Bir anarşist olarak sadece kendi adıma, kendi inisiyatifimle konuşurum (Bu lafı etmek zorunda hissetmek bile ağır geliyor bana). Anarşist olmayan kimseye seçim konusunda tatava yapmadım, yapmam da. Bizim aramızda kendiliğinden gelişen ve şekil alan bir iletişim ve ilişki biçimimiz vardı. Gezide biz öncelikle bunu öğrendik. Gerek forum çalışmalarında, gerek çapulcu alanlarında sürekli etiğim bir laf var ve hala da arkasındayım o lafın. Bizim gezide öğrendiğimiz bir şey var, birbirimize temas etme ve ilişkilenme biçimini öğrendik, daha doğrusu yeni bir dil ve ilişki biçimini yarattık. Bunu nerelere götürebiliriz bilemiyorum. Bu tek tek her bireyin elinde olan bir şey. Ama elimizde her birimizin kabulü olan şeyler var ve kişisel olarak benim için ilişkilenmelerimizde alt sınır budur, Gezidir. Daha azını kabul edemem. Hiçbirimizin inançlarının, düşüncelerinin, duyarlılıklarının, kimliklerinin vs. yok sayılmadığı, kimsenin ötelenmediği bir ilişki biçimi. Birbirini anlama ve özen gösterme üzerine kurulu bir ilişkilenme. Oy vermemek benim için bir varlık sorunudur. Her anarşist buna böyle bakmıyor olabilir ve bu ne benim ne de anarşizmin sorunudur. Bundan anarşizmin doğrusunu benim bildiğim gibi bir önerme çıkarmaya da kalkmasın kimse. E peki ne oldu Gezi’nin komünal ruhuna, birliktelik etiğine? Yok sayıyorsunuz, öteliyorsunuz, terbiyesizlik yapıyorsunuz. İnandığım şeye tatava diyorsunuz ve bundan utanmıyorsunuz. Yazıklar olsun. Durduğu yeri terk eden, verdiği sözü yutan herkese yazıklar olsun. Oy vermemekle bir de katilden yana olmakla itham ediliyoruz. Bravo. Buna nasıl bir cevap verilebilir bilemiyorum. Ve korkunç olanın insanların bu terbiyesizlikleri yaparken söylediklerinin yenir yutulur şeyler olmadığının farkında bile olmamaları. Oportünistlikte sınır tanımayanlar bir de nerde kime oy verileceğini bile belirlemişler. Eksik olmasınlar herkes için düşünmekten de geri kalmamışlar. Benim bildiğim bir şey var, teslimiyetin sınırı yoktur. Teslim olmaya elini verirsin, kolun bacağın artık senin değildir. Düşmanımın düşmanı dostum diye çıkılan yol kendi kendinin düşmanı haline getirir seni.
Birbirini anlamak... Ne ağır ve havalı laflar edildi. Ne anladık acaba? Benim kafam çok karışık. Güven denen kokuşmuş kavramı hayatıma sokmaya hiç niyetim yok. Yaşadığım şey güven kaybıyla da anlatılamaz zaten. Berelenen bir inanç daha çok yaşadığım sıkıntının sebebi. Anlamaya çabalıyorum ve bu çaba beni hiç de hoş yerlere sürüklemiyor. Bunu yapan daha neler yapabilir diyorum kendime. Ne yaptığını anlayamayacak halde olan insan, anlamadan daha neler yapabilir? Birbirimizin yüzlerine bakacağız daha bol bol. Bununla da yetinmeyeceğiz. Bu daha başlangıç değil miydi? Varoluşuma tatava derken nasıl yürüyeceksin benle kardeşim? Başka bir dünya mümkün. Yine süslü laflar. O dünyaya giden yol bu mu? Ben bu öteleyici kafada başka bir dünya göremiyorum. O, bilindik, kokuşmuş bir dünya. Ben oraya gelmem. O yola da dinamiti koyarım.
Pek çok sohbette söylediğimi burada da tekrarlayayım. Temsili demokrasiye inanan insana diyecek lafım yok. Geziyi sandığa sığdırmaya çalışan, birlikte direndiği insanları seçim hesapları için öteleyip yok sayanlara lafım. Gezi ruhu denen şeye de ihanettir bu. Kendinize gelin.

18 Şubat 2014 Salı

Sayın Bayan Bir Sorun Var

Resmi malumat bize bir topluluğun biraradalığının koşullarından ya da göstergelerinden birinin de dil olduğunu mini mini yavrucakken öğretmişti. Ortak kültür adıyla da tepeye konduruverir bunu. Ama gayri resmi algı ve deneyim içinde, kültür denilen şeyin ağırlıkla onu kurgulayan iktidara ait, onun projesi olduğunu öğrendik. Dil de iktidarın kurguladığı kültürün bir parçası, silahı olarak bu projeye dahil olur. Erke tehdit oluşturan unsurları dilden defeder, yeni kavramları ekler. Dönüştürebildiğini dönüştürür, dönüştüremediğini ya manipüle eder ya da karikatürize. İktidarın esnemek zorunda kaldığı dönemlerde dil de esner. Esnemesi içine alarak, resmiyet kazandırarak gerçekleşir. Dayatılan üstkültüre karşı muhalif/yıkıcı bir şekilde ortaya çıkan altkültür dışında, ortaklaşamamış ve uzlaşamamış olsa da muhalif/yıkıcı/karşı olmayan, elit üstkültürün görece içekapalı, belirlenmiş bir alan/mekan/habitata ait olmasının kaçınılmaz sonucu (hegomonik kültürün çelişkisi/kültürel projelendirmenin iş kazası/istatistiğin kabul edilebilir hata payı/savaşın kaçınılmaz kaybı vs. vs.) olan bir altkültür daha vardır. Bu kültür de üstkültürü oluşturan/kurgulayan egemenin üretimidir. Hakim kültürün değerini gösteren, kıyasın varlığını mümkün kılan çeper kültürüdür bu. Muhalif/yıkıcı altkültürün oluşumu rağmen/karşın iken, bu altkültür resmi kültürle beraber, ondan dolayı; gerilim temelli olmaktan çok etki temellidir. Gayri resmi görüntüsüyle hakim kültür tarafından dışlanmasına rağmen resmi kültürün bir anlamda yan ürünüdür. Yan ürün olan altkültür zaman içinde evrilerek/dönüşerek resmi kültüre karşı muhalif ve yıkıcı bir özellik kazanması mümkünse de ortaya çıkışının muhalif bir yanı yoktur. Egemen üretimi olan bu iki kültür arasında bir rekabet vardır. Bu rekabet egemen tarafından belirlendiği için aynı zamanda hiyerarşik bir iletişim aracı olma görevini de üstlenir. Belirlenen dil tek bir bütünün iki parçası olarak her iki kültürde rol ve kimlikleri de belirler. Sosyal temasın değiştiği, içiçeliğin arttığı, ekonomik farklılıkların azaldığı anda da altkültürün üstkültüre teması başlar. Egemenin belirlediği dilin iki farklı kullanımı karşılaşır. Üstkültürün alanına dahil olan altkültür eklemlenebilmek amacıyla üstdile de niyetlenir, yanaşır. Şehirli köylü ilişkisi bu iletişim haliyle dil düşmanına gözlemde derin hazlar sunar. Şehirli olmaya karar veren köylünün dilinde -en azından kendi adıma- haz verici olan iki biçim ortaya çıkar. Köylü derken şehirde pek çok kentli kadar eski olan mahallelileri de kastediyorum. Kentli dilinin elitliğine karşı oluşan mahalleliye ait argo ve jargon bunlardan biridir. Sadece elitizm karşıtlığı değildir tabii argo ve jargonu oluşturan. Bir topluluk dili olmakla beraber çoğunlukla korunmak amacı ile de kullanılır. Kanunla ve egemenle dertli her topluluk sürekli değişen bir dile de ihtiyaç duyar. Argo ve jargonun resmi dille olan ilişkisinde bir çeşit taşlama söz konusudur. Ama birbirleriyle temas etmelerine, ortak kavram ve kelimeleri birbirinden farklı anlam ve sebeplerle kullanmalarına rağmen argo ve jargonun resmi dile/üstdile hakim olması söz konusu değildir. Bir dildeki övünme sözcüğü diğerinde yerme ve dalga geçme amacıyla kullanılsa da, diğer dildeki kullanımının üstüne çıkmaz. Topkapı ve Beyoğlu argosu artık ortadan kalkmaya başlamış olsa da bu özelliklerdeki dillerdir. Şehirde yaşayan mahalleli dışında bir de taşradan göçenlerin kentlilerle dil vasıtasıyla kuruduğu bir ilişkilenme biçimi daha var. Elitist kültürün varlığının kaçınılmaz sonucu olan altkültüre örnek oluşturan da bu göçmen kültürü, arabesk kültürdür. Kendi topluluk hayatlarını kurmaları göçmen oldukları için daha sıkıntılı ve acele olduğu için dil konusunda yaşadıkları çatışma çok daha farklı oldu. Elit dille olan ilişkileri jargonun taşlamasından başka sonuçlar doğurdu. Göçün kendinden bir eklemlenme çabası olduğunu da göz önünde tutarak,  ilişkilenme amaçlı iletişimde de aynı eklemlenmeyi denedi göçmen. Burada netice taşlamadan çok groteski oluşturdu. Elitin diline eklemlenmeye çalışarak elitin dilini deforme etmek. Amaç bu olmasa da netice bu oldu. Yanlış ve yersiz kullanılan birçok kavram ve kelime kentlinin hor görmesi ve eğlencesi olarak muhabbet mezesi haline getirdi arabesk göçmen dilini. Ama o sözlükte bir kelime var ki groteskleşmeyi de geçerek absürde ulaştırdı dili: Bayan. 60-70 sene önce süslü davetiyelere yazılan bilmem kimin önündeki sayın bayan, dolmuşta para uzatmak için kullanılan bağyana teslim oldu. Altkültürün üstkültüre egemen oluşunun örneğidir bayan. Sadece kelimeyi deforme etme becerisi ile değil. Üstkültürü kendi kavramına yabancılaştırabilmesi becerisi ile. Kendine de yabancılaştığının göstergesidir bu aynı zamanda. Kültürün üstlüğünün/üstünlüğünün geçersizleştiğinin ispatıdır. Kendi kavramına karşı savaşan bir dil komedi için uygun bir dildir. Kendini bilmeyen bir üstün de olur muymuş, ahahaha. Kesinlikle ahlakçı ama terbiyesiz bir anarşist olarak iktidarlar arasında bir seçim yapacak değilim ama gideni davulla zurnayla, kuyruğuna teneke bağlayarak uğurlamak, geleni de sopayla karşılamak da benim eğlencem. Bayan kavramı değişen iktidarın kültürdeki yansımalarından biri sadece. Sevgili Çehov’u anmadan yapamayacağım. Onu komedi yazmaya iten de bu bence. Klasik parantezi içinde geçen yazarlar arasında bugün memlekete en münasip oyunlar onda. Birileri bok etmeden sahnelese de artık katıla katıla gülsek. Kendine yabancılaşan iktidar giderayak komedi olur. Alzheimer olmuş bir kültür haline gelir. Hakim oluşun ona hediyesi olan atıllığı o denli artmıştır ki, kendi kurguları örümcek ağı gibi sarmıştır tahtını. Kendi kendini bağlar, elini kaldıramaz. En ufak mücadelesi kendi bağlarını koparan bir harekete mecbur eder onu. Kendi ağına yakalanmış bir örümcek. Ne ağ örme yeteneği kalmış ne de ağda hareket etme yeteneği. Savaşabilmek için düşmanının alanına girmek zorunda. Kendi terk ettiği alanlardan başka bir yer de değil düşman toprakları. Kendi varettiği alanlar. Kendini incitmeden vurabileceği bir darbe de yok. Çırpındıkça batıyor. Kendi diline saldırıyor. Bir dil düşmanı için bu bile büyük bir orgazmken, bunla yetinmeyen üstkültür bana hazların benim için daha bitmediğini söylüyor. Bayan lafına hep uyuzdum. Bu memlekette kadını kıyafetle kişiliksizleştirmek türbanla başlayan bir şey değil. Bayan bana cumhuriyet balolarında başlarında şapkalar, erlerinin statülerinin göstergesi olan, süs köpeği kılıklı salon hanımefendilerini hatırlatır. Osmanlıdan beri devam eden bir feminist hareketi baltalayan, bunla da yetinmeyip feminizmi ezmeyi kendine görev edinen, kadın yazarların gazetelerde yer almalarını engelleyen eril kafanın kavramıydı bayan. Bayana uyuz olacaksak, rica ediyorum buradan başlayalım. O ana kadar bayan lafını kullanmakta inat etmeyi öneriyorum. Olmadı ben kendi kendime eğlenmeye devam ederim.
21 Ocak 2011