14 Ekim 2012 Pazar

Nesr-i Dilriş




Ben olunca ben bende
Eylesem de ben gibi
Meylesem de ben gibi
Olmaz isem ben gibi
Neyleyeyim ben eyi
Ben gibi olunca eyle meylerim
Kalmaz isem ben gibi
Neyleyeyim ben meyi
Ben gibi kalınca
Meyle eylerim
Demem gayri
Neyim ben nerdeyim
Ben diyince tine
Tin girince tene
Sen gelince sere
Beni sen gibi
Seni ben gibi severim
Çok sıkıldım laf eyledim
Sana derdim zerk eyledim
Son söz edip çekileyim
Dert üstü dert ekmeyeyim
Eyle kalma
Meye kızma
Geyi anla
Köyle kanma
Gel can ol canıma
Olabilir sürçü lisan
Bilir bizi bizden olan
Ferdi fikre ayrı tutan
Utan ulan utan

Bu belki münasebetsizlik ama benim siyah bir benim var en münasip yerimde

8 Ekim 2012 Pazartesi

X PANSİYONU



Ahu'ya


            Akşamüstleri kapım çalındığında elinde kurabiyelerle çat kapı gelen ev sahibime alışmıştım artık. Geleceği saate yakın çay suyunu ısıtmak iyiden iyiye rutin bir hal almış, gelmediğinde evde bir eksiklik hissetmeye başlamıştım. Arayı soğuttuğunda ise meraklanmak hem kendiyle sinir bozucuydu hem de sinir bozucu olabilirliğiyle sinirsek. Çaydanlığın altını ateşe vermiş etrafı karıştırır, mülkiyetle kırıştırırken çalan kapı zili kırk beş dakika rötarlıydı. Figen Hanım da şaşkınlık aramıyordu zaten gözlerimde. Elindeki kurabiye kabını mutfağa bıraktım. Ne de çok yapmıştı bu sefer. O çoktan salona geçip her zaman oturduğu koltuğa yerleştirivermişti sadece şirinliğiyle katlanılabilir olan koca kıçını. Büyük bir kıç kadınlarda ancak belli bir yaştan sonra hoşgörülebilecek bir uzuvdur pek çok erkek için. Benim için de öyleydi. Şirinlik, sempati hatta saygınlık bile uyandırır, tabii ki her şeye rağmen özgüven sınırlarını aşarak kokona bir havanın kendine has iğrençliğini dışa vurmuyorsa. Genç bir bedendeyse, tüccar gözde doğurganlığın işaretini taşıması bir yanda durur haliyle. Onunki sadece annelere uygulanabilen –belki de Oidupus’tan miras kalan hakla- tıpışlanabilecek büyük kıçlardandı. Yani şirin. Kendi kuru denebilecek kıçımı onun şirin olan kıçının yerleştiği koltuğun karşısındaki kanepeye gömdüğümde yeni yaktığı sigaradan acemi nefesler çekiyordu. Pek nadir içerdi sigarayı ve zor da olsa alıştığım gülümseyişi yoktu yüzünde. Hayırdır bekleyişi bir miktar uzundu. Konuşacak bir konu bulunurdu. En akla gelmez konular hakkında saatlerce konuşurdu tombul kıçının verdiği şirinliğin sınırlarını zorlayarak. Bu garip kadına alıştığımı çok sonraları fark ettim, sanırım erkeklerin o aciz denen, yalnız kaldıklarında hayatlarından geçen sayfaları tekrar tekrar ve inatla okudukları anlardan birinde. Hala anlayabilmiş değilim neden uğrardı bana zırt pırt, neden bu denli seviyordu benimle vakit geçirmeyi. Teyzelerle neden iyi anlaşıyordum ben. Asıl ilginç olan bu olmalıydı ya. Neydi bu bendeki enenmiş libido. O gün Figen Hanım Teyze’nin abuk sabuk konuşmalarının ve sinir bozucu gülümseyişinin yerini suskunluk almıştı. “Senden evden çıkmanı rica ediyorum” deyiverdi. Bu onu rahatlatmış olmalıydı ama ne tepki vereceğimi öğrenme merakı yeni bir kaygı doğurmuştu içinde. Bir tanıdıklarının evi satın almak istediğinden, ekonomik durumun bozukluğundan, onu anlamam gerektiğinden falan bahsetti bir süre. Hep konuşmak istiyordu sırf suskunlukta boğulmamak için ama söylenebilecek pek bir şey de kalmamıştı. Mecburen olur dedim. Başka ne denirdi ki? Son kirayı vereli bir ay geçmesine rağmen bana istediğim kadar süre vereceğini söyledi. Derin plastik kaptan taşan kurabiyelerle beni yalnız bırakıp gitti. Kurabiyeler çok fazlaydı. Neydi bu ironi mi? Hepsinin o evde bitmesi mümkün olmayan kurabiyelerle başbaşaydım. Fırının başında bir aşağı bir yukarı dolanmış, oyalanmış, o da yetmemiş bol bol yapmıştı zamandan çalmak için. Ne ironi, ne özür; bu bir yardım çağrısıydı aslında, iletişme çabası kendisinin bile farkında olmadığı. Kalın kabuklu yaşamda bir süre içinde hepten kaybolacak bir insan figürüydü Figen Hanım Teyze. Bu refleksiv hali onun en güzel yanıydı, pek çok kadının olduğu gibi.

            Birkaç gün, ev aramanın bir işe yaramadığını anlamama yetmişti. Yalnız olmam ve kiraların yüksekliği büsbütün zorlaştırıyordu istediğim gibi bir ev bulmamı. Emlakçılık üzerine derin düşünceler ürettim ev aramalarında. Ne anlamsız bir meslekti. Günümüz yerleşik toplumunun tefecilik ve pezevenklikten sonra gelen en anlamlı mesleği. Senin olmayanı başkasına kak. Daha fazla bunalmanın anlamı yoktu ve bir ara dikkatimi çeken X Pansiyonu tabelalı yer geldi aklıma. Figen Hanım’a anahtarı verirken onunu kurabiyelerini özleyeceğimden emindim. “Gelirsin değil mi, ziyaret edersin beni” “Tabii”.



            Yalan. Göç edenler ya da sürülenler geri dönmemeli, hatıralarındaki gibi kalsın istiyorlarsa ardında bıraktıkları. Arka? Tamam daha iyisi olmalıydı. Bu hatırada kalan iyi ya da kötü olabilir. Tarihe bir şans tanımak lazım demeyin şimdi. Ne tarihi? Kendi hatıralarınızdan, kafanızda kalanlardan bahsediyorum ben, tarih değil bu. Muhtemelen çoğu saçma sapan yanılsamalar, yanlış anlamalar, duygusallığın saptırdığı gerçeklikler, kendinizi kollamak için kulp takmalar ya da gerçekle alakasız anılardır ama olsun, sizsiniz onlar. Aman dikkat edin kendi kurduğunuz yaşamın temellerini sarsmanın ilk adımı olacaktır geri dönmeler. Ne yapılır sonra sizinle, sizi silinmiş sizle kim ne yapar, siz ne yaparsınız sizsiz bir sizle? Aman döneyim demeyin sakın, göç yolları daireler çizmesin, geriye dönmesin yolcular, göçmenler, kaçaklar, sürgünler, serseriler. Dönüşlerle ve döneklerle dolu tarihin çöplüğü. Uzlaşmamalı gidenler ya da bir zamanlar fakir ama gururlu olanı yüze vurma denen kendiyle barışık olamamayı yaşamamalılar. Hele yuvaya misafir olarak dönme fikri tamamen anlamsız. Ah boktan cenaze törenleri, salak düğünler. Ah gidip de kalamayanlar, dönüp de kanamayanlar, kaç kişinin cenazesine gelmesini diler, kaçının düğününe gidebilirler? Mobilyaların tümü Figen Hanım’ın olduğundan toparlanması da kolay oldu. Kirliler bir valize, temizler bir diğerine. Ve yola düştü.

            Yollar; bulvarlar, ana caddeler, ara caddeler, çıkmaz ve arka sokaklar, sapaklar,  otoyollar, tek yönlüler, çift yönlüler, ters yönlerle şeklen ayrılsa ve karanlık, loş, aydınlık, kuru, ıslak, çamurlu, puslu, kokululuklarıyla sıfatlansa da, kişiye göre ayrı anlam barındırırlar. Bu da yetmez, duruma göre farklı bir anlam bulurlar. Aynı yoldan değişik bir durumda ya da duyguyla geçmek onu tümden değiştirip, farklı bir anlama atacaktır. Sık geçmelerin biraz şehirli belki biraz da züppe bir sahiplenmeyle verdiği o alışılmış havada bile bir tedirginlik ya da meraklı bir heyecan bulunasıdır. Her bitiş başlangıçla birlikte olsa da aralarındaki boşluğu ‘yol’ doldurur. O yola farklı bir anlam yüklemek için en uygun anlardan biridir bu boşluk. Zayıf bir el feneri ile aydınlatılan yol ayaklarınızla ezildikçe karanlığa döner ve gölgeye basmak, aydınlatıcıyken en kolay olandır. Aydınlatmak gölge oluşturmakla aynı yöne bakar siz aydınlığa bakarken bile. Solgun bir fenere ihtiyaç duyulmayan bir devirde ve saatte, iki valizle daha önce de geçtiği yollardan farklı bir yükle ilerliyordu. Sokağı, gözlemlenen ya da dıştan bakılan bir şey olarak görme yerini, artık onda tanıdıklık arama telaşı almıştı. Bu sokaklar farklı arşınlanacaktı bundan böyle. Bir anlamda varolma çabasıdır bu küçük olsa da insanın. İletişmek de böyle bir şey işte, eskiye dönüş yoktur. Sokağın sonunda tüm mağrurluğuyla dikilmişti. Henüz ulaşmadan, idama giden birinin ipte, farenin kapanda, şövalyenin şatoda, askerin nöbet kulübesinde, öğrencinin okulda, memurun büroda, işten dönen babanın evde, koyunun ağılda gördüğü de bu mağrurluktur. İşlevi, anlamı, büyüklüğü önemsizdir. Mağrurluk içselleşmiş bir tanrıdır. Bu durumun farkındalığı hadi bakalım dedirtebilir. Hadi bakalım demek de ona düşüyordu. Yaklaşmıştı.

            Dışarıdan bakıldığında alışılmış eski ahşap evlerden birisi. Koca bir demir kapı ile bahçeye giriliyor. İçeriye göz atılmasına izin veren kapılardan. Kıvrılan, yer yer çiçeklere dönüşen demir kapı süsleri parmaklıkların arasına sıkışıp kalmış, içeri ve dışarının nöbetini tutan kapıyı izliyorlar. Siz de hem bahçeyi ve ardındaki evi, hem de sınırı izliyorsunuz. İçeriye göz atılmasına izin verse de size dışarda olduğunuzu soğukluğuyla anlatıveriyor dallarla sarılmış demir kapı. İstanbul efendisi kültürünün böyle ilginç incelikleri vardı işte. Yanağınızı okşayarak durdurur sizi. Ama modern kültürün sonradan görme kapılarının görgüsüz küfürleri var artık. Önünde durduğunuzda suratınıza tükürür o hantal ve kayarak yana açılan metal yığınları. Herkesin arabası var tabii şimdilerde. Yüzüne tükürülmemişti o ahşap evin önünde ama edeplice kulağı çekilmişti, seni hınzır delikanlı denerek. Ya tükürük ya da edep. Bir kapının karşısında payınıza başka ne düşebilir ki? Ve varlığı her zaman dışarda kalmışlığın sebebi. Atıverdi kendini bahçeye. Fazla ilgi görmemiş bir bahçeydi bu. Büyük bir erik ağacı çimlerin ve çiçeklerin arasından betonlara bakınıyordu. Uzun zamandır kullanılmadığı belli olan köpek kulübesi kenarda unutulmuştu. Emin olun ilk onlar unutulur, yıkılan ağaçların yerine yenileri dikilmediğinde. Geçmişten fırlayan hortlaklık, havlamanın duyulmadığı ve çoktan çürümeye başlamış köpek kulübesinin devasa bir anıt gibi karşınıza dikildiği bahçede öper sizi sırıtan kellesiyle. Kat kaloriferine geçildikten sonra –ki bu ‘geçme’ zırvasının sinir bozuculuğuna dikkat çekerim- kullanım dışı kalan sıra sıra kömürlükler ha yıkıldı ha yıkılacak dedirtiyordu insana.



            Kapıyı yirmili yaşlarda bir kız açtı. Bir müşteri olduğum her ne kadar belli olsa da, beni baştan aşağı süzüp, “Buyrun, ne istemiştiniz” deyiverdi. “Tanrı misafiriyim evlat” demek yerine bekleneni, “Boş odanız varsa bir süre kalmayı düşünüyorum”u sesledim. Hanımın bir süre sonra geleceğini, içerde bekleyebileceğimi söyledi. Pekiyiydi. Girişte koca bir boşluk karşıladı beni. Bir kenara konmuş koltukları gösterip onlara oturttu beni. Yemek ya da oturma odası haline getirilmiş bu boşluk bir el hareketiyle bekleme salonu oluverdi. Amma da ilizyonist şu insanlar. Sağ köşeden merdivenle üst kata çıkılıyordu. Etrafımdaki kapılar neleri saklıyorlar bilemiyordum ama birinin mutfak olduğunu bana kapıyı açan kızın girip çıkmaları sırasında gelen kokulardan anlamıştım. Salondaki eşyalar beklediğimin aksine yeniydi. Halbuki bu binayı dışardan her gördüğümde gözümün önüne ahşap koltuklar, hikayeleri unutulmuş zaman sarısı fotoğraflar, antika vazolar falan gelirdi. Düşündüğümün aksine modern eşyalarla dolu salonda kendimi yabancı hissetmiştim ama eşyalar benden daha yabancı olmalıydı bu binaya. Her ikimizin de yabancılığı aynı şeyin üzerine kuruluydu sanırım; kırılmış beklenti. Ummak kaybetmenin ilk aşamasıydı.

            Saçma sapan iş görüşmeleri vardır. Tamam saçma olmayanı yoktur. Hiç size ait olmayan, siz olmayan bir şekille beklersiniz içeri alınmayı. Hemen yanınızda sizinle bekleşenler de bulunur bazen. Ben ne arıyorum burda diye düşünürken üzerinizdeki rakip gözden kaçmaya çalışırsınız ama nafile bir çabadır bu. Yetinmez sizinle konuşmaya çalışır, tartar sizi, yıldırmaya çalışır aklı sıra. Başkalarıyla konuşurken bile size söylüyordur sözü. Hangisi daha kötü diye düşünürsünüz, iş görüşmesi mi yoksa sizi kendine rakip görenin arkadaşlığa bulanmaya çalışılan tacizi mi. Bazen sizin gibi yanlışlıkla oralara gelmiş, düşmüş biriyle de karşılaşabilirsiniz. Bir çeşit suç ortaklığı paylaşılır hiç konuşmadan. O ahşap evin modern eşyaları ile aramızda buna benzer bir ilişki kurulmuştu ki acele içinde hoş bir hatun girdi içeri. Kapalı kapılardan birinin içine dalıp birkaç dakika kayboldu. Aynı aceleyle dışarı çıktığında beni fark etti. Yanıma gelip kendini tanıttı. Aliye. Pansiyonda bir süre kalmak istediğimi söyledim. Ya, pansiyon, oranın da bir kimliği vardı kafamda. Boş odaları vardı ve tabii ki kalabilecektim. Mutfaktan çıkan kızı yanımıza çağırıp odalardan biriyle benim için ilgilenmesini istedi. Pakize’ydi ve kalacağım odayla ilgilenirken Aliye’yle birer fincan çay içtik. Acelesi olduğu için özür dileyerek kalktı ve biraz önce kaybolduğu odadan bir anahtarla geldi. Ayrıntılar sonra halledilebilirdi ve fırlayıverdi kapıya doğru.

            Ben boş fincanla oynarken Pakize gelip odamın hazır olduğunu söyledi. Ruknettin adlı bir çocuğa seslenip eşyaları taşımam için yardım etmesini istedi. Bu sivilceli çocuk pek nadir konuşuyor. Bana tüm söylediği, valizleri odama kadar getirdikten sonra ettiğim teşekküre karşı bir estağfurullah idi.

            Ufak bir odam var artık. İlk işim pencereden bakmak oluyor. Manzara yok. Yalnızca binalar. Uzandığım yatak hemen sarıverdi beni. Aç bir karınla da uyandım. Odadan çıkarken önümden bir kara kedi geçti. Ardından da güzel bir kız. Kediyi kucağına alıp, “Siz yeni müşteri olmalısınız” dedi. Ya, müşteri. Benim de bir kimliğim vardı. “Adım Aynur. Yeni bir insanın olması güzel oldu. Değişiklik olur. Severim değişikliği. Siz, ben ve Seyfi’den başka kimse yok pansiyonda. Çalışanları ve Aliye’yi saymazsak tabii.” O akşam yemekte Seyfi’yle de tanıştım. Ruknettin evine gidiyor, Pakize ise pansiyonda kalıyordu.

            Aliye sempatik ama sinirli bir kadın. Ruknettin ve Pakize’ye sık sık bağırdığına şahit oluyorduk. Parası az olduğu için çalışanları da az. Onun tüm gerginliği de bu para sıkıntısından zaten. Dır dır çeneli temizlikçi ve aşçı Pakize ile erkek işlerini halleden, yani hamal, ayakçı, kapıcı ve daha pek çok şey olan Ruknettin tüm çalışanları Aliye’nin. Ruknettin ve Pakize epey ilginç insanlar. Pakize işini çok seviyor. “Kocamdan dayak yiterek yaptığım işler için burda para alıyorum. İyi ki terk etmişim onu.” diyor. Diyor da aslında kocasını terk etmedi Pakize, Aliye kocasına gitmesini engelliyor. Eski kocası Pakize’yi hastanelik ettikten sonra Aliye yollamaz olmuş onu kocasına. Avukat arkadaşlarından birini araya sokup boşatmış Pakize’yi. İki de kızı var, biri dört diğeri iki yaşında. Boşandıktan sonra kocası, “Erkek doğuramadığı için kovdum onu” demiş. Pakize bunu duyunca çok üzüldü. Neden benim oğlum olmadı diye ağladı uzun uzun. Çocuğun cinsiyetinin erkeğe bağlı olduğuna zor inandırdık onu.

            Ruknettin Pakize’nin aksine çok sessiz. 16-17 yaşlarında. Altı kardeşten üçüncüsü. İlk ikisi kız olduğu için babası çok sevinmiş ve gururu olmuş Ruknettin, diğer üç erkek kardeşi gibi. Ama şimdi başından savdığı eşek sıpalarından biri yalnızca. Kızları ilk fırsatta evlendirmiş, erkeklerse evi geçindiriyor. Uzun boylu zayıf bir genç Ruknettin. Eskilerin kikirik dediği. Hayatındaki en büyük macera kömürlükte eli sikinde komşu kadınları gözetlemek. Belki, olur a biri onu çağırır ya da çıplak görür birini. Ama beklediği çağrı üzeri siyah bantlarla kapalı göğüs resimlerinden gelir. Emek harcamadan zevk yok, hayal gücünü kullan. Yakalanırsa kovulacağını biliyor. Fakat kirli kömürlüğe ondan başkasının girdiği görülmemiştir. Ki risk körüklemez mi zevki. Ama işi başından aşkın aceleci Aliye, kan ter içinde ve yüzü gözü ise bulanmış Ruknettin’i yadırgamaz. Neredeydin diye sorsa da cevabı dinlemez.

            Emin olun Pakize’nin de hayalleri vardı. Olmaması normal karşılanmazdı ya. Her ne kadar hayalleri olsa da onun için istenileni kabule hazırdı ve kabul de etti. Rahat bir ev düşledi ilkin. O zaman henüz evlenmemiş, yavaş yavaş büyüyen acılı göğüslerine şaşkınlıkla bakıyordu. Sıkıntı çekmeden yaşadığı, kocasını mutlu ettiği, çocuklarını sevdiği bir ev mutlu edebilir onu sanıyordu. Kim bilir, mutlu edebilirdi belki de. Daha çocuk olabilirdi ama bu düşüncelerine çocukluk demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Hayal kurmaya başlamıştı bir kere ve devamı da geldi. Alışkanlık yapan bir özelliği vardır hayal kurmanın. Havasını pek çok nefesle birlikte kokladığı yatak odasının tavanında ne çok dişil hayaller gezinmişti kim bilir. Çok başka olsalar da çoğu insanın hayalleri oralarda başlar. Ranzanın tahtalarına çiziktirilen ilk aşklar yıllara inat orda kalırlar. Ve biz bunları hiç anlayamayız. Ne yazık ki mi demeli neyse ki mi bilemiyorum. Pakize daldıkça hayallere bir hizmetçi istedi. Henüz küçüktü ama çok çalışırdı baba evinde, dinlenmeliydi kocasınınkinde. Bir de arabamız olsun dedi düşündükçe. Kocası, onu ve çocukları pikniğe götürürdü ya hafta sonları. Daha sonra arabadan vazgeçti. Emindi ki çok içecekti kocası. Tanıdığı pek az ama her birinin de aynı olduğunu düşündüğü erkekler, amcalar gibi. İçkici adama araba yaramazdı. Allah korusun ya kaza yaparsa? Çok uzun boylu olmamalıydı kocası. Siyah bıyıkları olmalıydı. Adaleli kolları, kıllı. Bir ara kaçamak çarşıya inmelerinde gördüğü yakışıklı gençleri hayalledi, ellerin temizlikten başka işlere yaradığını da öğrenerek. Fakat bir bütünlük kuramıyordu bu düşlerde. Bilmiyordu o erkekler ne yer, ne içer, habitatları nedir. Ve vazgeçti o iyi giyimli, bıyıksız, yakışıklı erkeklerden.

            Bu genç ve körpe kıza bir kadın oğlu için göz koymuştu. Birkaç defa görmeye gelindi, Pakize’nin annesi almadı eve. Hem kocasından korkuyor, hem de kızın küçük olduğunu düşünüyordu. Fakat alıcı ısrarlıydı. Araya tanıdıklar sokuldu. Babaya çok baskı yapıldı. Adam dayanamayıp verdi kızı. Belki de iyi olur demişti adam. Hali vakti yerinde bir aile. Oğlanın babasının bir yedek parça dükkanı vardı. Askerden dönen oğlunu evlendirip işi yavaştan ona bırakmayı düşünüyordu. Baba durumu karısına anlattı. Pakize’ye anlatmak anneye düşmüştü. Koca karısının, anne kızının fikrini sormamıştı anlatmalar sırasında. Hayırlısı, düğünde bereket vardır, oğlanın eli yüzü düzgün, durumları da iyi maşallahlarla kendilerine ve birbirlerine bu durumu kabul ettirdiler. Akşam oturmaya gelindi. Erkek fazla uzun değildi. Bıyıkları yeni uzuyor, gömleğinin yakasından uzanan göğüs kılları ondaki potansiyeli gösteriyordu. Pakize kahveleri verdikten sonra çekildi.

            Kahve hep yakınlaşmayla hatırlanır. Bunu bir kenara not etmeli, şenliklerini yapmalıyız. Falıyla sohbete açılır, nargileyle zevke, kokusu, tadı, çeşitliliği, fondiple bitirilemeyince altınla dolmak isteyen fincanı, yalnız içildiğinde bir Adanalı Arap’ın gülümseyen esmerliğini hatırlatması. Oysa o odada Pakize’nin elindeyken pek de anlaşılamayan bir anlaşmanın altına kendi narin elleriyle attığı habersiz bir imza demekti. Her şeye rağmen bir kahveci dükkanı bulunan, kavruk kahve kokusuyla sarılmış narin bir ara sokaktı Pakize.

            Aynur konuşmayı çok seven bir kadın. Bir aralar gece çıkmaları sıklaştığı için kedisi ilgisizlikten çok rahatsız oldu. Onun rahatsızlığı beni de rahatsız etti. Empati değil tabii canım. İlginçtir beraber olduğu erkeklerin hepsi gitar çalıyor. Çoğu da barlarda sahne alıyor. İstisnasız hepsi de çaldığı barlara davet etti beni, kalın duvarlı kalelerine. Siz ne işle meşgulsünüz. Pek meşgul olduğum yok, bazen sizin gibiler meşgul ediyor beni. Atom mühendisiyim, gelin bir gün dükkana birlikte atomu parçalayalım. Onu sağ salim halledebilirsek sıra önyargılara gelir. Hem sizi emcemle tanıştırırım. Neyse birkaçını dinlemeye gittiğim de oldu. Aynı parçaları değişik seslerden dinlemek Aynur’u sıkmasa da, o parçalara öyle alışmıştım ki, yanlış akorlar kulağıma batar olmuştu. Güzelliğinin bilincinde olan bu hatun erkekleri etkilemekten hoşlanıyor. Benim üzerimde de bir etkisi olduğunu söylemeliyim. Takıldığı gitaristlerden birinin gitarını takırlatırken beni gördüğünde hatunun yüzüne yapışan gülümseyişi bilen bilir. Fakat Seyfi’nin üzerindeki etkisi bendekine göre çok daha fazla ve derin. Beğenilmenin hoşuna gitmesi bir yana, Seyfi’nin beğenmesi ona başka bir zevk veriyor. İstediği kadını elde edeceğine inanan Seyfi içinse bir savaşa dönüşmüş halde bu etkilenim.

            Kadınları tanıdığını düşünen adamlardan şu Seyfi. Belli bir işi yok. Bir gececi. Şeytan tüyü olan insanlardan. Kendini sevdirmesini biliyor. İşin raconun bilen bir adam kısacası. Parası olmasa da kendi deyimiyle şahsiyeti olan biri. Fakat bu şahsiyet Aliye’ye sökmüyor. Geç de olsa bir yerlerden bulup oda parasını veriyor Aliye’ye.

            Aynur gitarcı sevgililerinden sonuncusuyla ayrılalı epey olmuştu. Seyfi de bu durumdan faydalanmasını bildi. Yalnız olan ve yalnızlığa tahammülü olmayan Aynur, kendi kendine yetemediğini de anladığında Seyfi’ye yakınlaşmaya karar vermişti. İkisi de ilişkide üstünlüğü ve gücü elinde tutmak isteyen insanlardan olduğu için ilişkileri inişli çıkışlı ve gürültülü oluyordu. Bu gürültülerin doruğa çıktığı zaman, Aynur’la Seyfi’nin kavga ettiği bir günün gecesiydi. O gece Aynur bir başka gitarcıyla gelmişti pansiyona. Komiktir, romantiklerin yerini hızlı ve eğlenceli parçalar almıştı. Bunlar Seyfi’yi çileden çıkarmaya yetti. O geceden sonra ikisi arasındaki savaş şeklini değiştirmişti. Birbirlerini kıskandırma ve küçük düşürme savaşı. Ertesi gün Seyfi bir kızla geldi pansiyona. Seyfi’nin birlikte geldiği kızın bir arkadaşı, Aynur’un gitarcısının da kuzeni olduğunu sonra öğrendik.

            Seyfi, taraflarından çok sevildiği arkadaşlarıyla bir gece alem yapmış ve alkolle bozmuş, Aynur’un gittiği barlardan birinde onu bulup olay çıkarmış. Adamlardan fena halde dayak yemiş ve atılmış bardan. Aynur da sarhoşmuş ve Seyfi’yi döven adamlardan birinin kafasına şişe fırlatınca onu da kovalamışlar. İki sarhoş o gece sabaha kadar didişip tekrar denemeye karar vermişler. Her şey yolunda görünse de biz ne kadar süreceğini merak ediyorduk. Bir süre sonra Seyfi ortadan kayboldu. Kılıksız adamlar defalarca gelip onu sordular, günlerce pansiyonun etrafında dolandılar. Ardından Aynur’a Seyfi’den bir mektup geldi. Borçlu olduğu insanlardan ve kaçması gerektiğinden bahsediyordu mektupta. Ne yapması gerektiğini bilemeyen Aynur bize danıştı ve Seyfi’nin kimseye söylememesini tembih ettiği adrese gitmeye karar verdi. Bunlardan haberdar olan Ruknettin bunun hayatının fırsatı olduğunu düşündü. Seyfi’yi arayan adamların kim olduğunu biliyordu. Onlara duyduklarını anlatmanın onu sefaletten ve kömürlükte otuz bir çekmekten kurtaracağını düşünüp bildiği her şeyi o kılıksızlara anlattı. Aynur eşyalarını toplayıp, kedisini de alıp bir gece çıktı gitti. Onu takip ederek Seyfi’yi bulacaklarını bilen adamlar Aynur’u bekliyorlardı. Seyfi’yle Aynur’un bir gecekonduda ölü bulunduklarını gazeteden okuduk. Gecekonduların düzensiz ve karışık yolları ikisinin kararsız hayatlarına benzese de, çamurlu ve karanlık sokaklar Aynur için doğru yer değildi sanki. Sağlı sollu ufak barlardan sızan renkli ışık ve gitar tınılarının kusmuklu taşlarını öptüğü, fazlaya kaçılmamış şekilde aydınlanan bir sokaktı Aynur, trafiğe kapalı ama açık. Tınısız, ışıksız bir sokağın cinayete şahit olduğu bir gecekonduda öldü. Sanırım haksızlıktı.

            O günden sonra Ruknettin’i gören olmadı. O düşündüklerini bir ölçüde gerçekleştirmişti. Genç yaşta bu ortamlara girip ilerde bilinen ve saygı duyulan güçlü biri olacağına inanıyordu. Beklediği gibi onu adamlarından birinin yanına verdiler. Artık otuz bir çekmiyordu. Yanında olduğu adam bir oğlancıydı, potansiyel şorşak Ruknettin’e hayallerinin ne kadar boş olduğunu gösterdi. Ve Ruki, kendi gibi sidikli bir çıkmaz sokakta bilekleri kesik bir cesetti ilerleyen günlerde. Kömürlük tahtalarının arasından baktığı bacakları daha yakından duyumsayacağını düşünmüştü. Pavyonlara giren tombul, iri memeli, boyalı kadınların arasında olacağını kafasında kuruyor, hatta onların patronu olmayı bekliyordu. Göreceli bir şeydir güzellik, çoğu için çıplaklıkla doğru orantılı olsa da. Ruknettin’e sorulsa o da güzel ve bakımlı kadınlardan hoşlanırım derdi. Kadın göğsünü üzerinde siyah bantla tanıyan bir kuşaktandı. Eline yabancı porno dergilerden geçirme fırsatı bulamadığından şeklen bilememişti bir vajinayı. Üç film birdenlerde araya atılmış parçalarda da tam olarak kestirememişti şeklini şemalini. İnsanın sadece ve muhtemelen uydurmalarla dolu efsanelerden bildiği bir şeyin hayatta, hayatında bu denli önemli olabilmesi üzerine kafa yorulabilecek bir şey olmalı. Bu çok hayranlık uyandırabilecek bir şey de olabilir, insan tarihinin rezaleti de. Geceleri düşündükçe bacaklarını titreten, yüzünü terleten seks hatta sikiş, Runnettin’in pek de beklediği gibi olmamıştı. Din ve Ahlak Kültürü hocasının derste kız öğrencileri sınıftan çıkarıp, erkeklere boy abdesti üzerine ayrıntılı bilgiler verirken öğrendiği etek traşı tabii ki kadınlar için de geçerliydi. Şu hayallerindeki kadınların üstünde olduğunu düşünürken gıdıklarcasına batan kılları da hayal etmişti. Hatta bunu fantezilerinin göbeğine yerleştirmiş, yeni tıraş olduğunda batan kıllar bile onu çıldırtmaya başlamış, soluğu tuvalette almaya başlamıştı. Ama kıllı temas, balonoz patronun sert, uzun ve acımasız bıyıklarının Ruknettin’in ensesine doğru eğilmesiyle oluvermişti, içki kokulu salyalarla birlikte. Bu durum kimi için şanssızlık, kimi için de şiirsel adalet olarak görülecektir.

            Üzerimize sifon çekmişti birileri. Dönerek ve kıvrılarak diğer bokların yanına doğru gidiyorduk. Öğleden sonra kalkmış, duş dışında her modern züppenin sabah hayali bir fincan kahve için aşağı inmiştim. Orada onu gördüm.



            Hem karanlığın ortasında parıl parıl bir ışık, hem de etrafındaki tüm ışığı çekip yutan bir karartı. Işıl ışıl karanlıktı. Saçma sapan bahaneler uydurup etrafında dört döndü. Tek kelimeyle aptal bir hal ve aptallığıyla güzel. Farkında olmadan saçmalamak ve tüm bunların farkında olmak, kontrolsüz bir halle ordan oraya savrulmak ve hala kontrolü elde tutmaya çalışmak. Onu izleyip şu haline gülümsemekten başka elden gelebilecek bir şey yoktu işin aslı. Rezaletinden utanıp bir kenara saklanmış ne yaptığını, ne yapması gerektiğini yuvalarından fırlamış gözlerle ve ahmak bir sırıtışla düşünürken kızın onu bulup yakasına yapışarak uzun uzun öpmesi olmasaydı ne yapardı bilemiyorum. Saygıdeğer bayanlar sizler de erkeklerin bu halini fazla uzatmayın. Gaklar guklar, kaçacak yer arama çabası bir sonuç getirmiyordu. Kadın onu saklandığı yerde bulmuştu. Gözlerindeki tozu, dudaklarındaki örümcek ağlarını, kalbindeki küflü mantarları temizlemesi bir öpüş kadar sürmüştü. Bulunmuştu artık, kadının olmuştu. Az konuştular çok seviştiler, çok konuştular daha çok seviştiler. Nefesini dinledi kadının, göğsünün kokusunu doldurdu göğsüne. İçim dedi kadın sessizce, içimsin.

            Kendisinden parçalar koparılıp kendisinden uzaklarda kendisinden bir parçanın tutsak olması mıydı bu, yoksa kendisinin yeni kendiler bulması mı kendi olmayan, kendinin olmayan ama bir şekilde işte, bir anda oluvermişlikle işte kendinden olanda, parçası olanda. Bilemezdi bunu, belki de hiç bilemeyecek. Ne de olsa ölecek sayfaların bitimiyle. Bir sarhoşlukla geçti günler. Gitmeliyim dedi kadın, gitmeliydi, gitti. Erke meraklı biri olmasa da ortada, terke yazgılı olanlar vardı. Sarhoşluğa davetli misafirler kusmuk temizlemeye kalmazlar. Sınırlı sorumlu kolleksiyonistler kooperatifinin ödül törenleri ve şi(l)t dağıtma toplantılarını takip edin, ışıklayan gözlerle ve karanlıkla kollayın kendinizi çok şey görürsünüz. Ama keskin sözler aptal kulaklarda yatıyorsa uykuya karartan ışıklar da aptal gözlerde yatarlar. Benden bu kadar, iyi uykular.



            Sifon çekilmişti üzerimize birileri tarafından ama suların çekilmesiyle fark ettiğimiz helanın bir kenarında kalan parçalarımızdı. Ben bir kenarda, Aliye bir kenarda. Dede yadigarı konağı çevirdiği pansiyon kimselerin uğramadığı bir yer olup çıkmıştı. Kocasıyla barışan Pakize Aliye’nin küfürleriyle çekip gitmişti, hakkım haram olsun diyerek. Ebedi intikam. Tek müşterisi ben, tek çalışanı da kendisiydi. Onu bir akşam yalnız başına içerken buldum. Katıl dedi, kapıldım. Rakılara meze konağın hikayesi oldu. Büyük büyük dedelerinden beri aileye aitmiş konak. Hatta konağı yaptıran atası da aruz vezinli mesleği olan birisiymiş. Konak, son sakini büyükannesinin ölümünden sonra Aliye’ye kalmış. Hayatta kalan birkaç akrabayla bölüşmüşler tarihi. Bağ arazisindeki haklarından vazgeçip konağı almış. “Para etmiyordu buranın arazisi o zamanlar” dedi. Satmayı çok düşünmüş, sırf vergisi bir servet ediyormuş ama yapamamış. Konak ve tarihi ile ilgili tüm bilgisi büyükannesinden duyduklarıyla sınırlıydı. O da öldükten sonra onun ve konağın hakkında çok az şey bildiğini fark etmiş. “Terk etmişim geçmişimi, öğrenmemişim. Büyükannemle daha fazla konuşup, onu ve geçmişini öğrenebilirdim. Ama ona hep kendimi anlattım” sözleri çaresizlik anlatıyordu. Konakta neden büyükannesini ve konağın eski halini hatırlatan eşya ve resimlerin olmadığını sorunca, “Eşyaların çoğu satılmış, kalanları bir odaya kaldırdım. O bilmediğim tarihi insanlarla paylaşmaktan kaçtım. Belki de eksikliğimin anlaşılmasını istemedim” dedi. Ondan rica ettim ve kalan eşyaları bana göstermeyi kabul etti. Çatı katında küçük bir odaya çıktık. Yalpalayarak bir masa lambasını buldu Aliye. Aptal bir göz ‘unutulmuş’ derdi bu odaya. Koltuklardan birinin üzerindeki örtüyü kaldırıp oturdu. Bir kenara atılan bez masa lambasının çevresinde tozlar uçuşturdu. “Bu koltuk dedemin koltuğuydu. Bu odada tek başına saatler geçirirdi. Hiç kimse rahatsız etmezdi onu, yalnızca ben. Tüm engelleme girişimlerine rağmen bir şekilde ev ahalisini atlatır, dedemin yanına geliverirdim. Başını okuduğu kitaptan kaldırır, yarım gözlüklerinin üzerinden bana bakardı. Piposunun kenarından hafifçe gülümserdi. Bu gülümseme içeri girmemi onayladığını anlatırdı. Hiç geri çevrilmedim ama o onayı hep bekledim eşikte. O zamanlar şu yastıklar benim iki katımdı. Bir tanesini sürükleyerek bu koltuğun yanına taşırdım. Hanım vaktin geldiğini anlayıp pencerenin önündeki yerine geçerdi dedemin yanından kalkıp” “Hanım?” “Kedisi. Hanım. Vakur Hanım. Başımı koltuğun kenarına koyardım. O da elini saçlarımda gezdirirdi. Hiç ses çıkarmadan öylece beklerdim. O okurdu ben izlerdim. Piposundan koca dumanlar çıkarırdı ben kokusunu tadardım. Sigaraya başlamamın suçlusu dedemdir. Taş plaktan tangolar dinlerdik birlikte. Evet ya, dinlemeli.” Kutulardan birini karıştırmaya başladı. Bir plak bulup gramofona yerleştirdi. İkimiz de sessizliğe daldık. Kapının eşiğinde Aynur’un kedisi duruyordu. Cinayetin şahidi evin yolunu bulmuştu. Kırıtarak içeri girdi. Aliye’nin kucağına atladı. O zaman Aliye’nin uyuduğunu fark ettim. Mırıltlarla Aliye’nin kucağında rahat edebileceği bir yer ayarladı kendine. Uyanır gibi olan Aliye “Hatun” diye mırıldandı. Harbi, bu kara kedinin adını bilmiyordum. Kendine yeni bir sahip bulan kediye Hatun der miydi acaba Aliye? Saçmalamaya başladığımın göstergesiydi bu, sarhoştum. Aliye’yi orada bırakıp odama gittim.

            Kediler bulundukları ortamı sahipleniyorlar, her eşyaya kokularını bırakıyorlar. Artık onların oluyor tüm bunlar. İnsanlarsa kendileri gibi olan yerler arıyorlar. Kendilerinden bir şeyler bulmaya çalışıyorlar sahiplenmek için. Kendileri olamadıkları yerleri ise bozuyorlar. Her şehrin, her semtin, her mahallenin, her caddenin, her evin ve her sokağın bir kokusu var. Bazı şehirler parfüm imalathanesi gibi kokar, deniz kokan şehirler diye ayrıma girmeye çalışanlar olsa da. Her insanın kokusu da farklı. Kendisi gibi kokan yeri bulan insan ne de şanslı. Bu buluş onun sonuna sebep olsa da doğru yerde bitirir yolculuğunu. Ölmeye giden filler gibi.

            Ertesi sabah uyandığımda karşımda güleryüzlü bir Aliye duruyordu. Kahvaltı sofrasını hazırlamış bana gülümsüyordu. “Ben de birazdan sana seslenecektim. Gel birlikte kahvaltı edelim” dedi. Ne de çok uğraşmıştı kahvaltı için. Masaya oturduğumda müjdeli bir haberi olduğunu söyledi. Mutluluğunun sebebi de bu olmalıydı. Ne olduğunu bilemesem de, onun neşesi benim yeni uyanmış yüzüme de mutluluk getirmişti. “Bir iş teklifi aldım” diyordu “İyi bir iş”. Parasının çok iyi olduğundan bahsediyordu. Pansiyonu kapatıp, yeterince para biriktirdiğinde konağı eski haline getireceğini söylüyordu. Bu işe bir yandan sevinmiş, bir yandan da yeni keşfetmeye başladığım bir dünyadan ayrılmak zorunda kalacağım için üzülmüştüm. Çok az tanıdığım bu kadının mutluluğu paylaşılmayacak gibi değildi. Kendisi için yapmayı düşündüklerini anlattı uzun uzun. Sürekli gülümsüyordu. Arada bir kahkaha koparıp, geçti artık zor günler diye bağırıyordu. Neden sonra benim gitmek zorunda kalacağımı hatırlayıp, istediğim zaman ziyarete gelebileceğimi, hatta restorasyon için yardımımı beklediğini söyledi.

            Aliye, Pakize, Ruknettin, Aynur, Seyfi bir ana caddeyi kesen ufak sokak isimleri gibiydiler, belki çıkmaz, belki ışıklı, belki de başka.

            Bir yanım mutlu, bir yanım hüzünlü eşyalarımı topladım. Aliye hemen gitmem gerekmediğini söylese de, gitmem gerektiğini düşünüyordum. Vedalaşıp yola koyulma vakti geldiğinde ikimiz de hüzünlenmiştik. Mutlu, hüzünlü ve şaşkın bir halde yeni bir pansiyonun yolunu tuttum. Bir daha Aliye’yle görüşmedik. Konağı eski haline getirip getirmediğini bilmiyorum. Zaten restorasyondan da anlamam.