Ahu'ya
Akşamüstleri
kapım çalındığında elinde kurabiyelerle çat kapı gelen ev sahibime alışmıştım
artık. Geleceği saate yakın çay suyunu ısıtmak iyiden iyiye rutin bir hal
almış, gelmediğinde evde bir eksiklik hissetmeye başlamıştım. Arayı soğuttuğunda
ise meraklanmak hem kendiyle sinir bozucuydu hem de sinir bozucu
olabilirliğiyle sinirsek. Çaydanlığın altını ateşe vermiş etrafı karıştırır,
mülkiyetle kırıştırırken çalan kapı zili kırk beş dakika rötarlıydı. Figen
Hanım da şaşkınlık aramıyordu zaten gözlerimde. Elindeki kurabiye kabını
mutfağa bıraktım. Ne de çok yapmıştı bu sefer. O çoktan salona geçip her zaman
oturduğu koltuğa yerleştirivermişti sadece şirinliğiyle katlanılabilir olan
koca kıçını. Büyük bir kıç kadınlarda ancak belli bir yaştan sonra
hoşgörülebilecek bir uzuvdur pek çok erkek için. Benim için de öyleydi. Şirinlik,
sempati hatta saygınlık bile uyandırır, tabii ki her şeye rağmen özgüven sınırlarını
aşarak kokona bir havanın kendine has iğrençliğini dışa vurmuyorsa. Genç bir
bedendeyse, tüccar gözde doğurganlığın işaretini taşıması bir yanda durur
haliyle. Onunki sadece annelere uygulanabilen –belki de Oidupus’tan miras kalan
hakla- tıpışlanabilecek büyük kıçlardandı. Yani şirin. Kendi kuru denebilecek
kıçımı onun şirin olan kıçının yerleştiği koltuğun karşısındaki kanepeye
gömdüğümde yeni yaktığı sigaradan acemi nefesler çekiyordu. Pek nadir içerdi
sigarayı ve zor da olsa alıştığım gülümseyişi yoktu yüzünde. Hayırdır bekleyişi
bir miktar uzundu. Konuşacak bir konu bulunurdu. En akla gelmez konular
hakkında saatlerce konuşurdu tombul kıçının verdiği şirinliğin sınırlarını
zorlayarak. Bu garip kadına alıştığımı çok sonraları fark ettim, sanırım
erkeklerin o aciz denen, yalnız kaldıklarında hayatlarından geçen sayfaları
tekrar tekrar ve inatla okudukları anlardan birinde. Hala anlayabilmiş değilim
neden uğrardı bana zırt pırt, neden bu denli seviyordu benimle vakit geçirmeyi.
Teyzelerle neden iyi anlaşıyordum ben. Asıl ilginç olan bu olmalıydı ya. Neydi
bu bendeki enenmiş libido. O gün Figen Hanım Teyze’nin abuk sabuk
konuşmalarının ve sinir bozucu gülümseyişinin yerini suskunluk almıştı. “Senden
evden çıkmanı rica ediyorum” deyiverdi. Bu onu rahatlatmış olmalıydı ama ne
tepki vereceğimi öğrenme merakı yeni bir kaygı doğurmuştu içinde. Bir
tanıdıklarının evi satın almak istediğinden, ekonomik durumun bozukluğundan,
onu anlamam gerektiğinden falan bahsetti bir süre. Hep konuşmak istiyordu sırf
suskunlukta boğulmamak için ama söylenebilecek pek bir şey de kalmamıştı.
Mecburen olur dedim. Başka ne denirdi ki? Son kirayı vereli bir ay geçmesine
rağmen bana istediğim kadar süre vereceğini söyledi. Derin plastik kaptan taşan
kurabiyelerle beni yalnız bırakıp gitti. Kurabiyeler çok fazlaydı. Neydi bu
ironi mi? Hepsinin o evde bitmesi mümkün olmayan kurabiyelerle başbaşaydım.
Fırının başında bir aşağı bir yukarı dolanmış, oyalanmış, o da yetmemiş bol bol
yapmıştı zamandan çalmak için. Ne ironi, ne özür; bu bir yardım çağrısıydı
aslında, iletişme çabası kendisinin bile farkında olmadığı. Kalın kabuklu
yaşamda bir süre içinde hepten kaybolacak bir insan figürüydü Figen Hanım
Teyze. Bu refleksiv hali onun en güzel yanıydı, pek çok kadının olduğu gibi.
Birkaç
gün, ev aramanın bir işe yaramadığını anlamama yetmişti. Yalnız olmam ve
kiraların yüksekliği büsbütün zorlaştırıyordu istediğim gibi bir ev bulmamı.
Emlakçılık üzerine derin düşünceler ürettim ev aramalarında. Ne anlamsız bir
meslekti. Günümüz yerleşik toplumunun tefecilik ve pezevenklikten sonra gelen
en anlamlı mesleği. Senin olmayanı başkasına kak. Daha fazla bunalmanın anlamı
yoktu ve bir ara dikkatimi çeken X Pansiyonu tabelalı yer geldi aklıma. Figen
Hanım’a anahtarı verirken onunu kurabiyelerini özleyeceğimden emindim. “Gelirsin
değil mi, ziyaret edersin beni” “Tabii”.
Yalan. Göç edenler ya da sürülenler geri
dönmemeli, hatıralarındaki gibi kalsın istiyorlarsa ardında bıraktıkları. Arka?
Tamam daha iyisi olmalıydı. Bu hatırada kalan iyi ya da kötü olabilir. Tarihe
bir şans tanımak lazım demeyin şimdi. Ne tarihi? Kendi hatıralarınızdan, kafanızda
kalanlardan bahsediyorum ben, tarih değil bu. Muhtemelen çoğu saçma sapan
yanılsamalar, yanlış anlamalar, duygusallığın saptırdığı gerçeklikler,
kendinizi kollamak için kulp takmalar ya da gerçekle alakasız anılardır ama
olsun, sizsiniz onlar. Aman dikkat edin kendi kurduğunuz yaşamın temellerini
sarsmanın ilk adımı olacaktır geri dönmeler. Ne yapılır sonra sizinle, sizi
silinmiş sizle kim ne yapar, siz ne yaparsınız sizsiz bir sizle? Aman döneyim
demeyin sakın, göç yolları daireler çizmesin, geriye dönmesin yolcular,
göçmenler, kaçaklar, sürgünler, serseriler. Dönüşlerle ve döneklerle dolu
tarihin çöplüğü. Uzlaşmamalı gidenler ya da bir zamanlar fakir ama gururlu
olanı yüze vurma denen kendiyle barışık olamamayı yaşamamalılar. Hele yuvaya
misafir olarak dönme fikri tamamen anlamsız. Ah boktan cenaze törenleri, salak
düğünler. Ah gidip de kalamayanlar, dönüp de kanamayanlar, kaç kişinin
cenazesine gelmesini diler, kaçının düğününe gidebilirler? Mobilyaların tümü
Figen Hanım’ın olduğundan toparlanması da kolay oldu. Kirliler bir valize,
temizler bir diğerine. Ve yola düştü.
Yollar; bulvarlar, ana caddeler, ara
caddeler, çıkmaz ve arka sokaklar, sapaklar,
otoyollar, tek yönlüler, çift yönlüler, ters yönlerle şeklen ayrılsa ve
karanlık, loş, aydınlık, kuru, ıslak, çamurlu, puslu, kokululuklarıyla
sıfatlansa da, kişiye göre ayrı anlam barındırırlar. Bu da yetmez, duruma göre
farklı bir anlam bulurlar. Aynı yoldan değişik bir durumda ya da duyguyla
geçmek onu tümden değiştirip, farklı bir anlama atacaktır. Sık geçmelerin biraz
şehirli belki biraz da züppe bir sahiplenmeyle verdiği o alışılmış havada bile
bir tedirginlik ya da meraklı bir heyecan bulunasıdır. Her bitiş başlangıçla
birlikte olsa da aralarındaki boşluğu ‘yol’ doldurur. O yola farklı bir anlam yüklemek
için en uygun anlardan biridir bu boşluk. Zayıf bir el feneri ile aydınlatılan
yol ayaklarınızla ezildikçe karanlığa döner ve gölgeye basmak, aydınlatıcıyken
en kolay olandır. Aydınlatmak gölge oluşturmakla aynı yöne bakar siz aydınlığa
bakarken bile. Solgun bir fenere ihtiyaç duyulmayan bir devirde ve saatte, iki
valizle daha önce de geçtiği yollardan farklı bir yükle ilerliyordu. Sokağı,
gözlemlenen ya da dıştan bakılan bir şey olarak görme yerini, artık onda
tanıdıklık arama telaşı almıştı. Bu sokaklar farklı arşınlanacaktı bundan
böyle. Bir anlamda varolma çabasıdır bu küçük olsa da insanın. İletişmek de
böyle bir şey işte, eskiye dönüş yoktur. Sokağın sonunda tüm mağrurluğuyla
dikilmişti. Henüz ulaşmadan, idama giden birinin ipte, farenin kapanda, şövalyenin
şatoda, askerin nöbet kulübesinde, öğrencinin okulda, memurun büroda, işten
dönen babanın evde, koyunun ağılda gördüğü de bu mağrurluktur. İşlevi, anlamı,
büyüklüğü önemsizdir. Mağrurluk içselleşmiş bir tanrıdır. Bu durumun
farkındalığı hadi bakalım dedirtebilir. Hadi bakalım demek de ona düşüyordu.
Yaklaşmıştı.
Dışarıdan bakıldığında alışılmış
eski ahşap evlerden birisi. Koca bir demir kapı ile bahçeye giriliyor. İçeriye
göz atılmasına izin veren kapılardan. Kıvrılan, yer yer çiçeklere dönüşen demir
kapı süsleri parmaklıkların arasına sıkışıp kalmış, içeri ve dışarının nöbetini
tutan kapıyı izliyorlar. Siz de hem bahçeyi ve ardındaki evi, hem de sınırı
izliyorsunuz. İçeriye göz atılmasına izin verse de size dışarda olduğunuzu
soğukluğuyla anlatıveriyor dallarla sarılmış demir kapı. İstanbul efendisi
kültürünün böyle ilginç incelikleri vardı işte. Yanağınızı okşayarak durdurur
sizi. Ama modern kültürün sonradan görme kapılarının görgüsüz küfürleri var
artık. Önünde durduğunuzda suratınıza tükürür o hantal ve kayarak yana açılan
metal yığınları. Herkesin arabası var tabii şimdilerde. Yüzüne tükürülmemişti o
ahşap evin önünde ama edeplice kulağı çekilmişti, seni hınzır delikanlı
denerek. Ya tükürük ya da edep. Bir kapının karşısında payınıza başka ne
düşebilir ki? Ve varlığı her zaman dışarda kalmışlığın sebebi. Atıverdi kendini
bahçeye. Fazla ilgi görmemiş bir bahçeydi bu. Büyük bir erik ağacı çimlerin ve
çiçeklerin arasından betonlara bakınıyordu. Uzun zamandır kullanılmadığı belli
olan köpek kulübesi kenarda unutulmuştu. Emin olun ilk onlar unutulur, yıkılan
ağaçların yerine yenileri dikilmediğinde. Geçmişten fırlayan hortlaklık,
havlamanın duyulmadığı ve çoktan çürümeye başlamış köpek kulübesinin devasa bir
anıt gibi karşınıza dikildiği bahçede öper sizi sırıtan kellesiyle. Kat
kaloriferine geçildikten sonra –ki bu ‘geçme’ zırvasının sinir bozuculuğuna
dikkat çekerim- kullanım dışı kalan sıra sıra kömürlükler ha yıkıldı ha
yıkılacak dedirtiyordu insana.
Kapıyı
yirmili yaşlarda bir kız açtı. Bir müşteri olduğum her ne kadar belli olsa da,
beni baştan aşağı süzüp, “Buyrun, ne istemiştiniz” deyiverdi. “Tanrı
misafiriyim evlat” demek yerine bekleneni, “Boş odanız varsa bir süre kalmayı
düşünüyorum”u sesledim. Hanımın bir süre sonra geleceğini, içerde
bekleyebileceğimi söyledi. Pekiyiydi. Girişte koca bir boşluk karşıladı beni.
Bir kenara konmuş koltukları gösterip onlara oturttu beni. Yemek ya da oturma
odası haline getirilmiş bu boşluk bir el hareketiyle bekleme salonu oluverdi.
Amma da ilizyonist şu insanlar. Sağ köşeden merdivenle üst kata çıkılıyordu.
Etrafımdaki kapılar neleri saklıyorlar bilemiyordum ama birinin mutfak olduğunu
bana kapıyı açan kızın girip çıkmaları sırasında gelen kokulardan anlamıştım.
Salondaki eşyalar beklediğimin aksine yeniydi. Halbuki bu binayı dışardan her
gördüğümde gözümün önüne ahşap koltuklar, hikayeleri unutulmuş zaman sarısı
fotoğraflar, antika vazolar falan gelirdi. Düşündüğümün aksine modern eşyalarla
dolu salonda kendimi yabancı hissetmiştim ama eşyalar benden daha yabancı
olmalıydı bu binaya. Her ikimizin de yabancılığı aynı şeyin üzerine kuruluydu
sanırım; kırılmış beklenti. Ummak kaybetmenin ilk aşamasıydı.
Saçma
sapan iş görüşmeleri vardır. Tamam saçma olmayanı yoktur. Hiç size ait olmayan,
siz olmayan bir şekille beklersiniz içeri alınmayı. Hemen yanınızda sizinle
bekleşenler de bulunur bazen. Ben ne arıyorum burda diye düşünürken
üzerinizdeki rakip gözden kaçmaya çalışırsınız ama nafile bir çabadır bu.
Yetinmez sizinle konuşmaya çalışır, tartar sizi, yıldırmaya çalışır aklı sıra.
Başkalarıyla konuşurken bile size söylüyordur sözü. Hangisi daha kötü diye
düşünürsünüz, iş görüşmesi mi yoksa sizi kendine rakip görenin arkadaşlığa
bulanmaya çalışılan tacizi mi. Bazen sizin gibi yanlışlıkla oralara gelmiş, düşmüş
biriyle de karşılaşabilirsiniz. Bir çeşit suç ortaklığı paylaşılır hiç
konuşmadan. O ahşap evin modern eşyaları ile aramızda buna benzer bir ilişki kurulmuştu
ki acele içinde hoş bir hatun girdi içeri. Kapalı kapılardan birinin içine
dalıp birkaç dakika kayboldu. Aynı aceleyle dışarı çıktığında beni fark etti.
Yanıma gelip kendini tanıttı. Aliye. Pansiyonda bir süre kalmak istediğimi
söyledim. Ya, pansiyon, oranın da bir kimliği vardı kafamda. Boş odaları vardı
ve tabii ki kalabilecektim. Mutfaktan çıkan kızı yanımıza çağırıp odalardan
biriyle benim için ilgilenmesini istedi. Pakize’ydi ve kalacağım odayla
ilgilenirken Aliye’yle birer fincan çay içtik. Acelesi olduğu için özür
dileyerek kalktı ve biraz önce kaybolduğu odadan bir anahtarla geldi. Ayrıntılar
sonra halledilebilirdi ve fırlayıverdi kapıya doğru.
Ben boş
fincanla oynarken Pakize gelip odamın hazır olduğunu söyledi. Ruknettin adlı
bir çocuğa seslenip eşyaları taşımam için yardım etmesini istedi. Bu sivilceli
çocuk pek nadir konuşuyor. Bana tüm söylediği, valizleri odama kadar
getirdikten sonra ettiğim teşekküre karşı bir estağfurullah idi.
Ufak bir
odam var artık. İlk işim pencereden bakmak oluyor. Manzara yok. Yalnızca
binalar. Uzandığım yatak hemen sarıverdi beni. Aç bir karınla da uyandım.
Odadan çıkarken önümden bir kara kedi geçti. Ardından da güzel bir kız. Kediyi
kucağına alıp, “Siz yeni müşteri olmalısınız” dedi. Ya, müşteri. Benim de bir
kimliğim vardı. “Adım Aynur. Yeni bir insanın olması güzel oldu. Değişiklik
olur. Severim değişikliği. Siz, ben ve Seyfi’den başka kimse yok pansiyonda.
Çalışanları ve Aliye’yi saymazsak tabii.” O akşam yemekte Seyfi’yle de
tanıştım. Ruknettin evine gidiyor, Pakize ise pansiyonda kalıyordu.
Aliye
sempatik ama sinirli bir kadın. Ruknettin ve Pakize’ye sık sık bağırdığına
şahit oluyorduk. Parası az olduğu için çalışanları da az. Onun tüm gerginliği
de bu para sıkıntısından zaten. Dır dır çeneli temizlikçi ve aşçı Pakize ile
erkek işlerini halleden, yani hamal, ayakçı, kapıcı ve daha pek çok şey olan Ruknettin
tüm çalışanları Aliye’nin. Ruknettin ve Pakize epey ilginç insanlar. Pakize
işini çok seviyor. “Kocamdan dayak yiterek yaptığım işler için burda para
alıyorum. İyi ki terk etmişim onu.” diyor. Diyor da aslında kocasını terk etmedi
Pakize, Aliye kocasına gitmesini engelliyor. Eski kocası Pakize’yi hastanelik
ettikten sonra Aliye yollamaz olmuş onu kocasına. Avukat arkadaşlarından birini
araya sokup boşatmış Pakize’yi. İki de kızı var, biri dört diğeri iki yaşında.
Boşandıktan sonra kocası, “Erkek doğuramadığı için kovdum onu” demiş. Pakize
bunu duyunca çok üzüldü. Neden benim oğlum olmadı diye ağladı uzun uzun.
Çocuğun cinsiyetinin erkeğe bağlı olduğuna zor inandırdık onu.
Ruknettin
Pakize’nin aksine çok sessiz. 16-17 yaşlarında. Altı kardeşten üçüncüsü. İlk
ikisi kız olduğu için babası çok sevinmiş ve gururu olmuş Ruknettin, diğer üç
erkek kardeşi gibi. Ama şimdi başından savdığı eşek sıpalarından biri yalnızca.
Kızları ilk fırsatta evlendirmiş, erkeklerse evi geçindiriyor. Uzun boylu zayıf
bir genç Ruknettin. Eskilerin kikirik dediği. Hayatındaki en büyük macera
kömürlükte eli sikinde komşu kadınları gözetlemek. Belki, olur a biri onu
çağırır ya da çıplak görür birini. Ama beklediği çağrı üzeri siyah bantlarla
kapalı göğüs resimlerinden gelir. Emek harcamadan zevk yok, hayal gücünü
kullan. Yakalanırsa kovulacağını biliyor. Fakat kirli kömürlüğe ondan
başkasının girdiği görülmemiştir. Ki risk körüklemez mi zevki. Ama işi başından
aşkın aceleci Aliye, kan ter içinde ve yüzü gözü ise bulanmış Ruknettin’i
yadırgamaz. Neredeydin diye sorsa da cevabı dinlemez.
Emin
olun Pakize’nin de hayalleri vardı. Olmaması normal karşılanmazdı ya. Her ne
kadar hayalleri olsa da onun için istenileni kabule hazırdı ve kabul de etti.
Rahat bir ev düşledi ilkin. O zaman henüz evlenmemiş, yavaş yavaş büyüyen acılı
göğüslerine şaşkınlıkla bakıyordu. Sıkıntı çekmeden yaşadığı, kocasını mutlu
ettiği, çocuklarını sevdiği bir ev mutlu edebilir onu sanıyordu. Kim bilir,
mutlu edebilirdi belki de. Daha çocuk olabilirdi ama bu düşüncelerine çocukluk
demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Hayal kurmaya başlamıştı bir kere ve
devamı da geldi. Alışkanlık yapan bir özelliği vardır hayal kurmanın. Havasını
pek çok nefesle birlikte kokladığı yatak odasının tavanında ne çok dişil
hayaller gezinmişti kim bilir. Çok başka olsalar da çoğu insanın hayalleri
oralarda başlar. Ranzanın tahtalarına çiziktirilen ilk aşklar yıllara inat orda
kalırlar. Ve biz bunları hiç anlayamayız. Ne yazık ki mi demeli neyse ki mi
bilemiyorum. Pakize daldıkça hayallere bir hizmetçi istedi. Henüz küçüktü ama
çok çalışırdı baba evinde, dinlenmeliydi kocasınınkinde. Bir de arabamız olsun
dedi düşündükçe. Kocası, onu ve çocukları pikniğe götürürdü ya hafta sonları.
Daha sonra arabadan vazgeçti. Emindi ki çok içecekti kocası. Tanıdığı pek az
ama her birinin de aynı olduğunu düşündüğü erkekler, amcalar gibi. İçkici adama
araba yaramazdı. Allah korusun ya kaza yaparsa? Çok uzun boylu olmamalıydı
kocası. Siyah bıyıkları olmalıydı. Adaleli kolları, kıllı. Bir ara kaçamak çarşıya
inmelerinde gördüğü yakışıklı gençleri hayalledi, ellerin temizlikten başka
işlere yaradığını da öğrenerek. Fakat bir bütünlük kuramıyordu bu düşlerde.
Bilmiyordu o erkekler ne yer, ne içer, habitatları nedir. Ve vazgeçti o iyi
giyimli, bıyıksız, yakışıklı erkeklerden.
Bu genç
ve körpe kıza bir kadın oğlu için göz koymuştu. Birkaç defa görmeye gelindi,
Pakize’nin annesi almadı eve. Hem kocasından korkuyor, hem de kızın küçük
olduğunu düşünüyordu. Fakat alıcı ısrarlıydı. Araya tanıdıklar sokuldu. Babaya
çok baskı yapıldı. Adam dayanamayıp verdi kızı. Belki de iyi olur demişti adam.
Hali vakti yerinde bir aile. Oğlanın babasının bir yedek parça dükkanı vardı.
Askerden dönen oğlunu evlendirip işi yavaştan ona bırakmayı düşünüyordu. Baba
durumu karısına anlattı. Pakize’ye anlatmak anneye düşmüştü. Koca karısının,
anne kızının fikrini sormamıştı anlatmalar sırasında. Hayırlısı, düğünde
bereket vardır, oğlanın eli yüzü düzgün, durumları da iyi maşallahlarla
kendilerine ve birbirlerine bu durumu kabul ettirdiler. Akşam oturmaya gelindi.
Erkek fazla uzun değildi. Bıyıkları yeni uzuyor, gömleğinin yakasından uzanan
göğüs kılları ondaki potansiyeli gösteriyordu. Pakize kahveleri verdikten sonra
çekildi.
Kahve
hep yakınlaşmayla hatırlanır. Bunu bir kenara not etmeli, şenliklerini
yapmalıyız. Falıyla sohbete açılır, nargileyle zevke, kokusu, tadı,
çeşitliliği, fondiple bitirilemeyince altınla dolmak isteyen fincanı, yalnız
içildiğinde bir Adanalı Arap’ın gülümseyen esmerliğini hatırlatması. Oysa o
odada Pakize’nin elindeyken pek de anlaşılamayan bir anlaşmanın altına kendi
narin elleriyle attığı habersiz bir imza demekti. Her şeye rağmen bir kahveci
dükkanı bulunan, kavruk kahve kokusuyla sarılmış narin bir ara sokaktı Pakize.
Aynur
konuşmayı çok seven bir kadın. Bir aralar gece çıkmaları sıklaştığı için kedisi
ilgisizlikten çok rahatsız oldu. Onun rahatsızlığı beni de rahatsız etti.
Empati değil tabii canım. İlginçtir beraber olduğu erkeklerin hepsi gitar
çalıyor. Çoğu da barlarda sahne alıyor. İstisnasız hepsi de çaldığı barlara
davet etti beni, kalın duvarlı kalelerine. Siz ne işle meşgulsünüz. Pek meşgul
olduğum yok, bazen sizin gibiler meşgul ediyor beni. Atom mühendisiyim, gelin bir
gün dükkana birlikte atomu parçalayalım. Onu sağ salim halledebilirsek sıra
önyargılara gelir. Hem sizi emcemle tanıştırırım. Neyse birkaçını dinlemeye
gittiğim de oldu. Aynı parçaları değişik seslerden dinlemek Aynur’u sıkmasa da,
o parçalara öyle alışmıştım ki, yanlış akorlar kulağıma batar olmuştu.
Güzelliğinin bilincinde olan bu hatun erkekleri etkilemekten hoşlanıyor. Benim
üzerimde de bir etkisi olduğunu söylemeliyim. Takıldığı gitaristlerden birinin
gitarını takırlatırken beni gördüğünde hatunun yüzüne yapışan gülümseyişi bilen
bilir. Fakat Seyfi’nin üzerindeki etkisi bendekine göre çok daha fazla ve
derin. Beğenilmenin hoşuna gitmesi bir yana, Seyfi’nin beğenmesi ona başka bir
zevk veriyor. İstediği kadını elde edeceğine inanan Seyfi içinse bir savaşa
dönüşmüş halde bu etkilenim.
Kadınları
tanıdığını düşünen adamlardan şu Seyfi. Belli bir işi yok. Bir gececi. Şeytan
tüyü olan insanlardan. Kendini sevdirmesini biliyor. İşin raconun bilen bir
adam kısacası. Parası olmasa da kendi deyimiyle şahsiyeti olan biri. Fakat bu
şahsiyet Aliye’ye sökmüyor. Geç de olsa bir yerlerden bulup oda parasını
veriyor Aliye’ye.
Aynur
gitarcı sevgililerinden sonuncusuyla ayrılalı epey olmuştu. Seyfi de bu
durumdan faydalanmasını bildi. Yalnız olan ve yalnızlığa tahammülü olmayan
Aynur, kendi kendine yetemediğini de anladığında Seyfi’ye yakınlaşmaya karar
vermişti. İkisi de ilişkide üstünlüğü ve gücü elinde tutmak isteyen insanlardan
olduğu için ilişkileri inişli çıkışlı ve gürültülü oluyordu. Bu gürültülerin
doruğa çıktığı zaman, Aynur’la
Seyfi’nin kavga ettiği bir günün gecesiydi. O gece Aynur bir
başka gitarcıyla gelmişti pansiyona. Komiktir, romantiklerin yerini hızlı ve
eğlenceli parçalar almıştı. Bunlar Seyfi’yi çileden çıkarmaya yetti. O geceden
sonra ikisi arasındaki savaş şeklini değiştirmişti. Birbirlerini kıskandırma ve
küçük düşürme savaşı. Ertesi gün Seyfi bir kızla geldi pansiyona. Seyfi’nin
birlikte geldiği kızın bir arkadaşı, Aynur’un gitarcısının da kuzeni olduğunu
sonra öğrendik.
Seyfi,
taraflarından çok sevildiği arkadaşlarıyla bir gece alem yapmış ve alkolle
bozmuş, Aynur’un gittiği barlardan birinde onu bulup olay çıkarmış. Adamlardan
fena halde dayak yemiş ve atılmış bardan. Aynur da sarhoşmuş ve Seyfi’yi döven
adamlardan birinin kafasına şişe fırlatınca onu da kovalamışlar. İki sarhoş o
gece sabaha kadar didişip tekrar denemeye karar vermişler. Her şey yolunda
görünse de biz ne kadar süreceğini merak ediyorduk. Bir süre sonra Seyfi
ortadan kayboldu. Kılıksız adamlar defalarca gelip onu sordular, günlerce
pansiyonun etrafında dolandılar. Ardından Aynur’a Seyfi’den bir mektup geldi.
Borçlu olduğu insanlardan ve kaçması gerektiğinden bahsediyordu mektupta. Ne
yapması gerektiğini bilemeyen Aynur bize danıştı ve Seyfi’nin kimseye
söylememesini tembih ettiği adrese gitmeye karar verdi. Bunlardan haberdar olan
Ruknettin bunun hayatının fırsatı olduğunu düşündü. Seyfi’yi arayan adamların
kim olduğunu biliyordu. Onlara duyduklarını anlatmanın onu sefaletten ve
kömürlükte otuz bir çekmekten kurtaracağını düşünüp bildiği her şeyi o
kılıksızlara anlattı. Aynur eşyalarını toplayıp, kedisini de alıp bir gece
çıktı gitti. Onu takip ederek Seyfi’yi bulacaklarını bilen adamlar Aynur’u
bekliyorlardı. Seyfi’yle Aynur’un bir gecekonduda ölü bulunduklarını gazeteden
okuduk. Gecekonduların düzensiz ve karışık yolları ikisinin kararsız
hayatlarına benzese de, çamurlu ve karanlık sokaklar Aynur için doğru yer
değildi sanki. Sağlı sollu ufak barlardan sızan renkli ışık ve gitar
tınılarının kusmuklu taşlarını öptüğü, fazlaya kaçılmamış şekilde aydınlanan
bir sokaktı Aynur, trafiğe kapalı ama açık. Tınısız, ışıksız bir sokağın
cinayete şahit olduğu bir gecekonduda öldü. Sanırım haksızlıktı.
O günden
sonra Ruknettin’i gören olmadı. O düşündüklerini bir ölçüde gerçekleştirmişti.
Genç yaşta bu ortamlara girip ilerde bilinen ve saygı duyulan güçlü biri
olacağına inanıyordu. Beklediği gibi onu adamlarından birinin yanına verdiler.
Artık otuz bir çekmiyordu. Yanında olduğu adam bir oğlancıydı, potansiyel
şorşak Ruknettin’e hayallerinin ne kadar boş olduğunu gösterdi. Ve Ruki, kendi
gibi sidikli bir çıkmaz sokakta bilekleri kesik bir cesetti ilerleyen günlerde.
Kömürlük tahtalarının arasından baktığı bacakları daha yakından duyumsayacağını
düşünmüştü. Pavyonlara giren tombul, iri memeli, boyalı kadınların arasında
olacağını kafasında kuruyor, hatta onların patronu olmayı bekliyordu. Göreceli
bir şeydir güzellik, çoğu için çıplaklıkla doğru orantılı olsa da. Ruknettin’e
sorulsa o da güzel ve bakımlı kadınlardan hoşlanırım derdi. Kadın göğsünü
üzerinde siyah bantla tanıyan bir kuşaktandı. Eline yabancı porno dergilerden
geçirme fırsatı bulamadığından şeklen bilememişti bir vajinayı. Üç film
birdenlerde araya atılmış parçalarda da tam olarak kestirememişti şeklini
şemalini. İnsanın sadece ve muhtemelen uydurmalarla dolu efsanelerden bildiği
bir şeyin hayatta, hayatında bu denli önemli olabilmesi üzerine kafa yorulabilecek
bir şey olmalı. Bu çok hayranlık uyandırabilecek bir şey de olabilir, insan
tarihinin rezaleti de. Geceleri düşündükçe bacaklarını titreten, yüzünü
terleten seks hatta sikiş, Runnettin’in pek de beklediği gibi olmamıştı. Din ve
Ahlak Kültürü hocasının derste kız öğrencileri sınıftan çıkarıp, erkeklere boy
abdesti üzerine ayrıntılı bilgiler verirken öğrendiği etek traşı tabii ki
kadınlar için de geçerliydi. Şu hayallerindeki kadınların üstünde olduğunu
düşünürken gıdıklarcasına batan kılları da hayal etmişti. Hatta bunu fantezilerinin
göbeğine yerleştirmiş, yeni tıraş olduğunda batan kıllar bile onu çıldırtmaya
başlamış, soluğu tuvalette almaya başlamıştı. Ama kıllı temas, balonoz patronun
sert, uzun ve acımasız bıyıklarının Ruknettin’in ensesine doğru eğilmesiyle
oluvermişti, içki kokulu salyalarla birlikte. Bu durum kimi için şanssızlık,
kimi için de şiirsel adalet olarak görülecektir.
Üzerimize
sifon çekmişti birileri. Dönerek ve kıvrılarak diğer bokların yanına doğru
gidiyorduk. Öğleden sonra kalkmış, duş dışında her modern züppenin sabah hayali
bir fincan kahve için aşağı inmiştim. Orada onu gördüm.
Hem karanlığın ortasında parıl parıl bir
ışık, hem de etrafındaki tüm ışığı çekip yutan bir karartı. Işıl ışıl
karanlıktı. Saçma sapan bahaneler uydurup etrafında dört döndü. Tek kelimeyle
aptal bir hal ve aptallığıyla güzel. Farkında olmadan saçmalamak ve tüm
bunların farkında olmak, kontrolsüz bir halle ordan oraya savrulmak ve hala
kontrolü elde tutmaya çalışmak. Onu izleyip şu haline gülümsemekten başka elden
gelebilecek bir şey yoktu işin aslı. Rezaletinden utanıp bir kenara saklanmış
ne yaptığını, ne yapması gerektiğini yuvalarından fırlamış gözlerle ve ahmak
bir sırıtışla düşünürken kızın onu bulup yakasına yapışarak uzun uzun öpmesi olmasaydı
ne yapardı bilemiyorum. Saygıdeğer bayanlar sizler de erkeklerin bu halini
fazla uzatmayın. Gaklar guklar, kaçacak yer arama çabası bir sonuç
getirmiyordu. Kadın onu saklandığı yerde bulmuştu. Gözlerindeki tozu,
dudaklarındaki örümcek ağlarını, kalbindeki küflü mantarları temizlemesi bir
öpüş kadar sürmüştü. Bulunmuştu artık, kadının olmuştu. Az konuştular çok
seviştiler, çok konuştular daha çok seviştiler. Nefesini dinledi kadının,
göğsünün kokusunu doldurdu göğsüne. İçim dedi kadın sessizce, içimsin.
Kendisinden parçalar koparılıp
kendisinden uzaklarda kendisinden bir parçanın tutsak olması mıydı bu, yoksa
kendisinin yeni kendiler bulması mı kendi olmayan, kendinin olmayan ama bir
şekilde işte, bir anda oluvermişlikle işte kendinden olanda, parçası olanda.
Bilemezdi bunu, belki de hiç bilemeyecek. Ne de olsa ölecek sayfaların
bitimiyle. Bir sarhoşlukla geçti günler. Gitmeliyim dedi kadın, gitmeliydi,
gitti. Erke meraklı biri olmasa da ortada, terke yazgılı olanlar vardı.
Sarhoşluğa davetli misafirler kusmuk temizlemeye kalmazlar. Sınırlı sorumlu
kolleksiyonistler kooperatifinin ödül törenleri ve şi(l)t dağıtma
toplantılarını takip edin, ışıklayan gözlerle ve karanlıkla kollayın kendinizi
çok şey görürsünüz. Ama keskin sözler aptal kulaklarda yatıyorsa uykuya
karartan ışıklar da aptal gözlerde yatarlar. Benden bu kadar, iyi uykular.
Sifon
çekilmişti üzerimize birileri tarafından ama suların çekilmesiyle fark ettiğimiz
helanın bir kenarında kalan parçalarımızdı. Ben bir kenarda, Aliye bir kenarda.
Dede yadigarı konağı çevirdiği pansiyon kimselerin uğramadığı bir yer olup
çıkmıştı. Kocasıyla barışan Pakize Aliye’nin küfürleriyle çekip gitmişti,
hakkım haram olsun diyerek. Ebedi intikam. Tek müşterisi ben, tek çalışanı da
kendisiydi. Onu bir akşam yalnız başına içerken buldum. Katıl dedi, kapıldım.
Rakılara meze konağın hikayesi oldu. Büyük büyük dedelerinden beri aileye
aitmiş konak. Hatta konağı yaptıran atası da aruz vezinli mesleği olan
birisiymiş. Konak, son sakini büyükannesinin ölümünden sonra Aliye’ye kalmış.
Hayatta kalan birkaç akrabayla bölüşmüşler tarihi. Bağ arazisindeki haklarından
vazgeçip konağı almış. “Para etmiyordu buranın arazisi o zamanlar” dedi.
Satmayı çok düşünmüş, sırf vergisi bir servet ediyormuş ama yapamamış. Konak ve
tarihi ile ilgili tüm bilgisi büyükannesinden duyduklarıyla sınırlıydı. O da
öldükten sonra onun ve konağın hakkında çok az şey bildiğini fark etmiş. “Terk
etmişim geçmişimi, öğrenmemişim. Büyükannemle daha fazla konuşup, onu ve
geçmişini öğrenebilirdim. Ama ona hep kendimi anlattım” sözleri çaresizlik
anlatıyordu. Konakta neden büyükannesini ve konağın eski halini hatırlatan eşya
ve resimlerin olmadığını sorunca, “Eşyaların çoğu satılmış, kalanları bir odaya
kaldırdım. O bilmediğim tarihi insanlarla paylaşmaktan kaçtım. Belki de
eksikliğimin anlaşılmasını istemedim” dedi. Ondan rica ettim ve kalan eşyaları
bana göstermeyi kabul etti. Çatı katında küçük bir odaya çıktık. Yalpalayarak
bir masa lambasını buldu Aliye. Aptal bir göz ‘unutulmuş’ derdi bu odaya.
Koltuklardan birinin üzerindeki örtüyü kaldırıp oturdu. Bir kenara atılan bez
masa lambasının çevresinde tozlar uçuşturdu. “Bu koltuk dedemin koltuğuydu. Bu
odada tek başına saatler geçirirdi. Hiç kimse rahatsız etmezdi onu, yalnızca
ben. Tüm engelleme girişimlerine rağmen bir şekilde ev ahalisini atlatır,
dedemin yanına geliverirdim. Başını okuduğu kitaptan kaldırır, yarım
gözlüklerinin üzerinden bana bakardı. Piposunun kenarından hafifçe gülümserdi.
Bu gülümseme içeri girmemi onayladığını anlatırdı. Hiç geri çevrilmedim ama o
onayı hep bekledim eşikte. O zamanlar şu yastıklar benim iki katımdı. Bir
tanesini sürükleyerek bu koltuğun yanına taşırdım. Hanım vaktin geldiğini
anlayıp pencerenin önündeki yerine geçerdi dedemin yanından kalkıp” “Hanım?”
“Kedisi. Hanım. Vakur Hanım. Başımı koltuğun kenarına koyardım. O da elini
saçlarımda gezdirirdi. Hiç ses çıkarmadan öylece beklerdim. O okurdu ben
izlerdim. Piposundan koca dumanlar çıkarırdı ben kokusunu tadardım. Sigaraya
başlamamın suçlusu dedemdir. Taş plaktan tangolar dinlerdik birlikte. Evet ya,
dinlemeli.” Kutulardan birini karıştırmaya başladı. Bir plak bulup gramofona
yerleştirdi. İkimiz de sessizliğe daldık. Kapının eşiğinde Aynur’un kedisi
duruyordu. Cinayetin şahidi evin yolunu bulmuştu. Kırıtarak içeri girdi. Aliye’nin
kucağına atladı. O zaman Aliye’nin uyuduğunu fark ettim. Mırıltlarla Aliye’nin
kucağında rahat edebileceği bir yer ayarladı kendine. Uyanır gibi olan Aliye
“Hatun” diye mırıldandı. Harbi, bu kara kedinin adını bilmiyordum. Kendine yeni
bir sahip bulan kediye Hatun der miydi acaba Aliye? Saçmalamaya başladığımın
göstergesiydi bu, sarhoştum. Aliye’yi orada bırakıp odama gittim.
Kediler
bulundukları ortamı sahipleniyorlar, her eşyaya kokularını bırakıyorlar. Artık
onların oluyor tüm bunlar. İnsanlarsa kendileri gibi olan yerler arıyorlar.
Kendilerinden bir şeyler bulmaya çalışıyorlar sahiplenmek için. Kendileri
olamadıkları yerleri ise bozuyorlar. Her şehrin, her semtin, her mahallenin,
her caddenin, her evin ve her sokağın bir kokusu var. Bazı şehirler parfüm
imalathanesi gibi kokar, deniz kokan şehirler diye ayrıma girmeye çalışanlar
olsa da. Her insanın kokusu da farklı. Kendisi gibi kokan yeri bulan insan ne
de şanslı. Bu buluş onun sonuna sebep olsa da doğru yerde bitirir yolculuğunu.
Ölmeye giden filler gibi.
Ertesi
sabah uyandığımda karşımda güleryüzlü bir Aliye duruyordu. Kahvaltı sofrasını
hazırlamış bana gülümsüyordu. “Ben de birazdan sana seslenecektim. Gel birlikte
kahvaltı edelim” dedi. Ne de çok uğraşmıştı kahvaltı için. Masaya oturduğumda
müjdeli bir haberi olduğunu söyledi. Mutluluğunun sebebi de bu olmalıydı. Ne
olduğunu bilemesem de, onun neşesi benim yeni uyanmış yüzüme de mutluluk
getirmişti. “Bir iş teklifi aldım” diyordu “İyi bir iş”. Parasının çok iyi
olduğundan bahsediyordu. Pansiyonu kapatıp, yeterince para biriktirdiğinde
konağı eski haline getireceğini söylüyordu. Bu işe bir yandan sevinmiş, bir
yandan da yeni keşfetmeye başladığım bir dünyadan ayrılmak zorunda kalacağım
için üzülmüştüm. Çok az tanıdığım bu kadının mutluluğu paylaşılmayacak gibi
değildi. Kendisi için yapmayı düşündüklerini anlattı uzun uzun. Sürekli
gülümsüyordu. Arada bir kahkaha koparıp, geçti artık zor günler diye
bağırıyordu. Neden sonra benim gitmek zorunda kalacağımı hatırlayıp, istediğim
zaman ziyarete gelebileceğimi, hatta restorasyon için yardımımı beklediğini
söyledi.
Aliye,
Pakize, Ruknettin, Aynur, Seyfi bir ana caddeyi kesen ufak sokak isimleri
gibiydiler, belki çıkmaz, belki ışıklı, belki de başka.
Bir
yanım mutlu, bir yanım hüzünlü eşyalarımı topladım. Aliye hemen gitmem
gerekmediğini söylese de, gitmem gerektiğini düşünüyordum. Vedalaşıp yola
koyulma vakti geldiğinde ikimiz de hüzünlenmiştik. Mutlu, hüzünlü ve şaşkın bir
halde yeni bir pansiyonun yolunu tuttum. Bir daha Aliye’yle görüşmedik. Konağı
eski haline getirip getirmediğini bilmiyorum. Zaten restorasyondan da anlamam.