30 Eylül 2012 Pazar

Yanılsama

Trenler, arabalar, otobüsler, kısaca taşıtlar geçer gider ve o taşıtların yolcusu olduğu gibi izleyeni de vardır, aynen giden olduğu kadar kalanın olduğu gibi. Birileri yere basıyordur ayağını ve bakıyordur gidenlere, birileri de oturuyordur ya da volta atıyordur belki de trenin pencerelerinden izlemektedir akıp gittiğini düşündüğü ama sabit kalan toprağı, şehri, ıvırı zıvırı. Diyalektik ya da ironik bir salaklık değil bu bahsi geçen. birileri bir şeyler düşünüyordur bir şeyler ya da birileri hakkında, onu dinleyen dalga geçiyordur kendi kendine. Biri bir şeyler düşünüyordur biri hakkında, o biri hiç haberdar değildir bundan. Biri haberdar olur onun hakkında düşünülenden belki umursar belki umursamaz ama düşler kendi düşündüğü birileri düşünüyor mudur, ne düşünüyordur diye kendi hakkında.

Birileri için sıfırsındır, bir başkası için çok şey. Bunun ne kadarı senle alakalıdır, ne kadarında ne kadar sen etkilisindir, sensindir. Muhabbet deyip geçemezsin buna. Herkes seni aynı tanıyamaz doğru, doğru da senin muhabbetin ne kadar senin olur bir başka kulakta? İletişimsiz de deyip geçemezsin buna. En iletişmemeye niyetli olduğun zaman seninle iletiştiğini sanan insanlara ne dersin, yalnızca senin iletişme anlayışın mı doğru, belki de o iyi anladı, anlaması gerektiği kadarını anladı, belki de anlayacak bir şey olmadığını düşündü, yoksaydı. Peki sen bundan bir şey anladın mı? Benim kafam hep karışıktır zaten.

“Beni bir kolejli kız anladı. O da yanlış anladı” vecizesinin sencesini edersin belki de. “Ben yanlış anlaşıldım”. Bu neden bir geçiştirme olmasın kabullenme içermeyen. Belki marazi bir yüzleşmeyle hepsinin aslında bir yanılsama olduğunu görebilir mi insan? Bunu görmeyi göze alabilir mi eğer anlaşılmak ya da anlaşılmamak yanılsamadan öte bir şey değilse aynen iletişmenin olduğu gibi.

Ya tarihin, değerlerin, ilişkilerin, ilişkilenmelerin ilişkilendirilmelerin, sevmelerin ve sevilmelerin, yalnızlığın sadece bir yanılsama olduğu gerçeği?

(Tartışılası not: İnsanları intihara çağırmanın devrimciliği. Örnek: İonesco.)

Peki anlaşabilir miyiz? Tüzükleşmiş, sıralanmış ve belirlenmiş kurallarla, hiç kağıda geçmemiş ama gözlerle tasdikli içkin yasalarla bir kan bağı grubundaki gibi, devletlerin cüsselerine paralel koydukları karşılıklı ağırlıkları gibi. Hep yapılan gibi. Uzlaşmacı. Bu yüzden bu kadar uzun sürdü ömrü çıkarcı yaşamın.

İletişime geçmiyor da ilişiyor muyuz birbirimize, soğuğun etkisini azaltmaya ya da süt veren memeye yapışmaya çalışan köpek yavruları gibi. Hep yapılan gibi. Faydacı. Bu yüzden bu kadar uzun sürdü ömrü çıkarcı yaşamın.

Peki anlaşmalı mıyız?

“Başka bir dünya mümkün”. Evet mümkün, ama o başka dünyaya başka bir yolla ulaşmakla, başka türlü olmakla.

İki ayrı yaşanan var. Senin kabuğunun içinde ve dışında. Ve her ikisini de net bir gözle göremezsin. Dışardaki girmiştir içine, doldurmuştur seni ve senin içini doldurana nasıl bakabilirsin dışardaki diye. Ve dışa çıkıp kendine bakmak söylemiyle mümkünsüz olandır, yine kendin dışardan bakarsın başkası olamadan. Ne 'ben'sindir artık ne de 'sen-siz'.

Belki de başka bir şey insan. 'Ben' ve 'biz' arasına sıkışmış, bir 'ben'e bir 'biz'e dalıp çıkan, her dalıp çıkışında kıvamlarını bozan hem tiner hem boya, 'ben' ve 'biz' arasına gerilmiş bir 'bez'.

Ne irfandır başkalarının dediği gibi kendini bilmek, ne de enseyi patlatmamak için bilmesi gereken kişinin. Kendini bilen, kendini bulan, yolunu da bulur.

“Gerçeğin ırmakları çamurludur kaynakları kuruysa da
Ve o denli çok çelişki deresi akar ki onlara,
Yollarını sürdürmeleri gerekir öyküyle.”
                                                   L. Byron/D. Juan

“Kirli şeylerden mi söz ediyorum? Bence işin en kötüsü bu değildir. Olgun olan, gerçeğin suyuna kirli olduğu zaman değil, sığ olduğu zaman girmeyi sevmez.”
                                                   Niçe/Zerdüşt

Tek Bacaklı Zenci Çocuğun Hikayesi


Dedemin anlattığı bir hikaye vardı. Dünyanın birçok yerine yardım götüren bir sağlık örgütünde çalışan bir arkadaşı varmış. Adam çocuk psikolojisi uzmanıymış. Çalışma alanı ise savaşlarda sakat kalan çocuklarmış. Uzun yıllar kabile savaşlarının sürdüğü bir ülkede çalışmış. Toprak mayınları yüzünden kollarını bacaklarını kaybeden, tecavüze uğrayan çocuklara yardım etmeye çalışıyormuş. Çocukları hayata bağlamak hem çok zormuş hem de çok kolay. Küçücük bir şey oları hemen mutlu edip gözlerini parıltılarla doldururken birden bire sebepsiz yere dalıp gidiyor, hüzünlenip ağlıyorlarmış. En çok içini parçalayan şeyse artık ağlamayan çocuklarmış. Kimseyle konuşmayan öylece etrafa bakan çocuklar. Birgün çocukların ortak bir eğlence kaynağını fark etmiş adam; futbol. Kız erkek hepsi de çok seviyormuş futbolu. Bunu onları hayata bağlamak için kullanabilirim diye düşünmüş adam. Ama bir türlü karar veremiyormuş oynayacakları bir futbol sahası yapmanın iyi mi yoksa kötü mü olacağına. Ya sakatlıkları daha da fazla batarsa gözlerine diye düşünüp duruyormuş. Ve bu riske girmeye karar vermiş. Hep birlikte uyduruk bir futbol sahası yapmışlar. İçini toprak ve taşla doldurdukları varilleri inek başlı antilopların arkasına bağlayıp engebeli bir araziyi olabildiğince düzeltmişler Serengeti'de. Sağlık yardımlarıyla birlikte gelecek olan futbol topu tüm köyün beklediği şeymiş bir ay boyunca. Dedemin arkadaşı da çok heyecanlıymış ama içindeki endişe bir türlü rahat bırakmıyormuş onu. Neyse ki korktuğu gibi olmamış. Kolsuz bacaksız çocuklar düşe kalka topun peşinden sekiyorlar, çok eğleniyorlarmış. “Gol atmak ya da yemek hiç fark etmiyorlardı onlar için” demiş adam dedeme o günlerini anlatırken. Artık ağlamayan çocuklardan biri sürekli izliyor ama fazla yaklaşmıyormuş. Top oynayan çocuklardan biri seslenmiş birgün. “Orada dikilene kadar gel kalenin önünde dikil” diye. Çocuk bilmem ki bakışlarıyla cevap vermiş ona. Sekerek suskun çocuğun yanına gelmiş ve çekiştirip onu kaleye geçirmiş. Mecburi kaleci ürkek ürkek bakakalmış kalede. Yediği her golde eğlenmeyen tek kişi oymuş. Yenen gol, kaçan gol, olabilecek her şey herkesi eğlendiriyormuş. Takım arkadaşları attıkları gollerin sevincini onla paylaşmış yediği gollerde ise tavsiyelerde bulunup avutmuşlar onu. Ürkekliğini üzerinden atmaya başlayan çocuk topun çarpışlarıyla bir sağa bir sola gıcırdayarak sallanan kale direklerinden zamanla uzaklaşmaya başlayıp arkadaşlarına yaklaşmış. Birkaç golü kurtarmaya çalışmış, başaramamış. Üstü başı toz toprak olmuş ama artık eğleniyormuş. Arkadaşlarında birine seslenmiş “Yardım et de çıkarayım üstümden gömleği”. Arkadaşı fingi fingir gelmiş yanına iki kolu düğümlü gömleği çıkarmış çocuğun üzerinden. “Böyle daha iyi oldu. Hem gömleğin kolları sallandıkça yüzüme çarpıyordu” demiş çocuk. “Kalede kolları olmayan tek bacaklı bir çocuk” demiş arkadaşı dedeme “düşünebiliyor musun becerebildiklerini. Oyun oynuyordu onlar maç değil. Bu yüzden hiç kaybeden olmuyordu kazanmaya çalışan yoktu. Psikoloji falan değildi bu, ne de benim başarım.”

Hikaye keşke burda bitse ama bitmiyor işte. Bir ritüel şeklinde oynanan oyun zamanla değişmeye başlamış. Çocuklar dedemin arkadaşından sahanın çizgilerinin kireçle belirlenmesini istemişler. Fazladan bir masraf değilmiş zaten. En kolay bulunan şeylerden biri kireçmiş çünkü. Toplu mezarların kapanmasından önce biraz ayrılsa olmaz mıymış. Dehşet verici bir çocuk yaratıcılığı. Ona hakemlik yapmasını bile teklif etmişler ama adam işlerinin yoğun olduğunu ve bunu yapamayacağını söylemiş çocuklara. Çocuklar zamanla becerilerini geliştirmeye başlamışlar. Bizim tek bacaklı kalecilikten çok memnunmuş. Karşı takımın golcüsü çok becerikli olduğundan fazla uzaklaşamıyormuş kaleden. Takım arkadaşları attıkları gollerin sevincini onunla paylaşmaya, yediği gollerde avutmaya devam etmişler. İşler zorlaşmaya başlamış. Eskisi kadar iç içe olamıyormuş arkadaşlarıyla. Kornerden kornere ancak. “Sakat çocukların topun hızına yetişme ihtimalini düşünürsen çocuklardan önce top geliyordu kaleye” demiş dedeme adam. Özellikle kaleciler için eski zevki kalmamış oyunun. Yalnızlığa yazgılı bir mevki olmuş kale. Yediği gollerdeki hataları daha sert eleştirilmeye başlamış çocuğun. Berabereyken golü yiyip kaybettikleri maçta iyice gerilmiş ortam. “Nolcak ki” demiş çocuk, “ Ne demek nolcak kıçımızı yırttık kazanıcaz diye” demiş arkadaşı. Neyseler, boşverler, geçiştirilmiş olay. Sonraki gün onu oynamaya çağıran çocuk yanına gelmiş ıkına sıkına. Başka bir kaleci bulduklarını söylemiş tek bacaklıya. “Ama sadece oynuyorduk” demiş tek bacaklı, “Bu sadece bir oyundu”. Tek bacaklıyı bırakıp gitmiş arkadaşları. Birkaç gün sessiz yalnızlığına dönmüş. Sonra dedemin arkadaşının yanına gitmiş. “Benim yapabileceğim bir şeyler bulalım doktor” demiş çocuk. Tek bacakla yapabileceğim bir şeyler olmalı. Tabii kıç tekmelemekten başka. Onu nasılsa becerebiliyorum, hem de çok iyi. Zaten bir bacağı olup da bunu yapamayan var mı ki. Dünyada tekmelenmek için yırtınan bir sürü kıç olmasına rağmen başka bir şey de yapmak istiyorum”.
Ben dedemin yalancısıyım.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Pek de mutluyduk pembe mor duvarların altında





         Bir oda. Yan yana iki koltuk. Adam ve kadın koltuktalar. Yün çilesini adam tutar, kadın sarar. Yumak bitene kadar devam ederler. Kadın koltukların arasındaki örgü çantasına yerleştirir yumağı. Bir süre sessizlik.



Adam : Benimle artık hiç konuşmuyorsun.
Kadın : Öyle mi?
Adam : Evet, sanki artık pek fazla şey paylaşamıyormuşuz gibi geliyor bana.
Kadın : Paylaşmak mı? Paylaşmalı mıyız?
Adam : Tabii ki. Yoksa ne anlamı kalır birlikte olmamızın?
Kadın : Bunun eksiklik olduğunu niye hisseder ki bir insan? Paylaşmak istediğin bir şey mi var yoksa?
Adam : Daha çok konuşmalıyız.
Kadın : Paylaşmak için mi?
Adam : Konuşmak paylaşmaktır.
Kadın : Yeterli mi bu sence?
Adam : En azından bir şey.
Kadın : Her şey bir şeydir.
Adam : Bir şey de her şey.
Kadın : Her zaman değil. O şeyin ne olduğuna bağlı bence.
Adam : Aynen katılıyorum.
Kadın : Harbi isteklisin. O şey konuşmak mı?
Adam : Konuşmak ve paylaşmak.
Kadın : Konuşalım tabii.
Adam : Bak ne iyi anlaşıyoruz senle.
Kadın : Senle konuşmak çok hoşuma gidiyor.
Adam : Hep konuşmak istiyorum.
Kadın : Ve paylaşmak.
Adam : Ne güzel. Ne güzel.
Kadın : Fevkalade.
Adam : Sessizlikten daha iyi değil mi?
Kadın : Çok daha iyi. Hiç sessiz kalmamalı.
Adam : Evet konuşmalı. Yaşadığını anlamalı, ispatlamalı.
Kadın : Seslerin hiç kaybolmadığını okumuştum bir yerlerde.
Adam : Atmosferde mi kalıyormuş ne, o mu?
Kadın : Tam üstüne bastın.
Adam : Bak gördün mü daha kalıcı ne var dünyada.
Kadın : Daha mutluyum artık.
Adam : Ben de.
Kadın : Seninle ne güzel şeyler paylaşıyoruz biliyorsun değil mi?
Adam : Ne kadar mutluyum bilemezsin.
Kadın : Ben de.
Adam : Biz çok şanslıyız.
Kadın : İnsanın konuşacağı birini bulması çok önemli.
Adam : Ve paylaştığı.
Kadın : Konuşarak.
Adam : Konuşarak.
Kadın : Kendi kendine de konuşulmuyor ki, birisi lazım.
Adam : Evet, özel birisi.
Kadın : Özel bir konuşma için.
Adam : Özel biri lazım.
Kadın : Sesleri çok seviyorum.
Adam : Her şey kendini böyle anlatıyor.
Kadın : Sesiyle.
Adam : Kuşlar, ayılar, sinekler.
Kadın : Hepsi kendince konuşuyor.
Adam : Hiç sessizlik olmamalı.
Kadın : Hiç olmamalı.
Adam : Sessizlik.
Kadın : Olmamalı.
Adam : Ah dudaklar.
Kadın : Ne güzeller.
Adam : Sesin hayat bulduğu yer.
Kadın : Kıvrımları şiirsel. Binlerce kasın hareketi ufacık bir ses çıkarmak için.
Adam : Güzelim dil. Kaygan ve atıveren sözcüğü dudakların arasına.
Kadın : Bir megafon boğaz.
Adam : Narin boyun destekçisi.
Kadın : Ya kulak?
Adam : Sesin öptüğü.
Kadın : Kıvrımlarıyla yakaladığı.
Adam : Vakumladığı sesi.
Kadın : Ah ne tatlısın sen.
Adam : Çok şekersin.
Kadın : Sevişsek mi acaba?
Adam : Hiç fena fikir değil.
Kadın : Konuşmamızı bitirelim önce.
Adam : Sonra da sevişiriz. (Ufak bir öpücük. Bir süre bakışır, kikirderler. Aynı anda söze başlarlar)
Adam-Kadın : Ben… Şey…
Kadın : Lütfen söyle.
Adam : A rica ederim sen. (Tekrar aynı anda başlarlar, gülümserler. Adam sözü kadına bırakır)
Kadın : Diyordum ki, şu kimselerin yaşamadığı yere gelmekle çok iyi etmişiz. Başlarda çok sessiz geliyordu. Aslına bakarsan o zamanlar çok da şikayetçi değildim bundan. Dinlendiriyordu beni sessizlik. Sonra sıkıcı olmaya başladı, fazlasıyla sessizdi. Ama artık öyle değil. Artık kendi sesimiz var. Senle konuşmalarımız var.
Adam : Sessizlikten kurtulduk. Sesimizi bulduk. Her şeyden çok uzakta ama birbirimizleyiz. Ne güzel.
Kadın : Pembe mor duvarların altında.
Adam : Pembe mor duvarların altında.
Kadın : Sen ve ben.
Adam : Birlikte.
Kadın : Konuşarak.
Adam : Paylaşarak.
Kadın : Biz mutluyuz.
Adam : Burada çok mutluyuz.
Kadın : İşte her anlamda doğaya döndük. Hem bu kulübede bedenen, hem de sesi bularak. Doğadaki her canlı gibi.
Adam : Hayvanların, bitkilerin, tabiatın sesi gibi.
         (Bu bölümden itibaren karşılıklı ses çıkarmadaki ritmin hızı artar. Paslaşmaktan çok lafı kapma başlar. Sözlerin dişiliği olmaması dışında karagöz-hacivat ya da edi-büdü atışmasına benzer)
Kadın : Rüzgarın sesini seviyorum. Tüm duyguları taşıyor kendinde. Bazen kızgın, bazen sakin, huzurlu. Rüzgarın bir yaprakta konuşmasını çok seviyorum. Okşuyor onu mırıltılarıyla. Dalından koparıp kurumuş bir yaprağı salındırıyor havada.
Adam : Yaprağın topraktaki sesini de seviyorum ben. Çıtırtılı. Üzerine bastığında dağılıyor. Çocukluğumu hatırlatıyor o ses. Soba üzerindeki kestanenin sesine benzer.
Kadın : Seninle böyle konuşabildiğim için çok mutluyum. İnsanlar bunun  farkında değil. Tamam kabul ediyorum bir başka insanı kendine çeken başka şeyler var. O elektriği almak gerçekten önemli. Bir sinerji yaratabiliyor bakışmalar. Ruh eşini bulmak çok zor. Ama konuşmak. Konuşmak, konuşabilmek çok başka bir şey, çok yukarlarda bir şey. Anlıyorsun  değil mi? (Adam lafa girecekken) Neyse, biz anlaşabiliyoruz, paylaşabiliyoruz çünkü konuşabiliyoruz. Bunu becerebiliyoruz. Kaç kişi bunu yapabiliyor ki şu dünyada?
Adam : Evet, bu gerçekten başarılabilmesi güç bir şey. Bir başka insanla konuşamadıktan, paylaşamadıktan sonra insanın yaşadığı şeylerin ne anlamı kalırdı? Bilirsin ben çok severim doğada uzun geziler yapmayı. O çiçeklerin güzelliği, bin bir renkliliği, yaprakların üzerindeki sabah çiyleri. Otların rüzgarla oynaşmasına nasıl hayranımdır bilirsin. Çiçeklerle de konuşurum, çok severim bunu. Hem çiçeklerle konuşulması gerektiğini bilim adamları da söylüyor. Ama tüm bunları bir başkasına anlatamasam çok üzülürdüm. İyi ki varsın sen. Ve ben senle paylaşabiliyorsam dağları dolduran çiçekleri.
Kadın : Ben de dağları çok seviyorum. O koca kayaların yıllar içinde ne türlü etkilerle değişikliğe uğradığını gözlemek ne büyük zevk, ne büyük tatmin. O boyun eğmez halleri, mağrurlukları çok takdir edilesi. Dinozorların koşuşturduğu dağlardan parçalar var onlarda. Gözlerinin önüne tarihi seriveriyorlar.
Adam : Çiçeklerin üzerine serilmek de harika bir duygudur. Üzerinde küçücük sineklerin uçuştuğunu görmek, çıplak ayaklarının altında ıslak toprağı hissetmek. İnsanın vücudundaki eksi elektriği aldığı da bilimsel bir şey toprağın.
Kadın : Eksi elektriği almak kayalıklardan akan sular için de geçerli. Şelaleler harikalar. Etrafa sıçrayan su parçacıkları havadaki negatif enerjiyi ortadan kaldırıyor. Bu da bilimsel bir gerçek. Ah o kayaların su ile aldığı şekiller. Harika bir görüntü.
Adam : Toprağın yumuşaklığı.
Kadın : Kayanın sertliği.
Adam : Gökyüzüne uzanan koca ağaçlar ormanda.
Kadın : Jilet gibi keskin kayalıklar uçurumlarda.
Adam : O ağaçları düşünürüm uzun uzun.
Kadın : Ben de keskin kayalıkları.
Adam : Ağaçları diyorum bak.
Kadın : Kayalıklar.
Adam : Dinle bak ağaçlar hakkında ne anlatacağım sana. Çok ilginç.
Kadın : Sen bir kayalıkları görsen.
Adam : Ağaçlar ama.
Kadın : Kayalıklar.
Adam : Sözümü kesersen anlatamam ki.
Kadın : Ben senin sözünü kesmiyorum aksine sen benim sözümü kesiyorsun.
Adam : Ben ağaçlardan bahsediyordum.
Kadın : Hayır ben kayalıklardan bahsediyordum.
Adam : Ama beni hiç konuşturmuyorsun.
Kadın : Niyeymiş. Sen de konuştun.
Adam : Ben konuşmak istiyorum.
Kadın : Ben de konuşmak istiyorum.
Adam : Seni dinlemekten sıkıldım.
Kadın : Ben seni dinledim ama.
Adam : Ben de seni dinledim.
Kadın : Hem senin anlattıkların çok sıkıcı. Konuşacaksak kayalıklardan konuşalım.
Adam : Ağaçlar hakkında niye konuşmuyoruz?
Kadın : Kayalıklar.
Adam : Ağaçlar.
         (Kulaklarını tıkayıp birbirlerini dinlemeden bağıra çağıra konuşmaya başlarlar)
Kadın : Seninle konuşulmuyor.
Adam : (Şişlerden birini alır ve kulaklarını deler) Artık seni duymuyorum. Hahhahhah!
Kadın : (Diğer şişi alır ve o da kulaklarını deler) Ben de seni duymuyorum.
Adam : Dudaklarımı okuyabiliyorsun değil mi? (Kadın gözlerini oyar, adam da aynısını yapar. Konuşmaya devam ederler. Labarba)
         (İçeri iki kişi girer. Bir kadın ve bir erkek. Arkadaşları. Neler olduğunu anlayamazlar. Kadın adamın, adam da kadının yanına gider ve onları sarsarlar. Kadın kendine gelen adamı, adam da kadını elindeki şişle öldürür)
Kadın : (Öldürürken) Hala konuşmaya çalışıyorsun değil mi? Hissedebiliyorum bunu. Son sözünü söyle bakalım.
Adam : (Öldürürken) Geveze karı. Bok çene.
(Tekrar yerlerine otururlar. Kendi kendilerine mırıldanırlar ağaçlar ve kayalıklar hakkında. Işık kararır.)





Aile Bağları



Sahne 1


Bir oda. İki ihtiyar kendinden lazımlıklı tekerlekli sandalyelerindeler. Karşılarında 4-5 ekrandan oluşan bir izleme-güvenlik sistemi. Bu iki ihtiyara bakıcılık yapan 30’larında bir erkek. Daha genç olmasına rağmen ihtiyarlardan daha ağır hareketleri var. Bir geri zekalı havası vardır ama bu abartılı verilmemeli. İhtiyarlar ise oldukça dinç.


1.     İhtiyar (A) : (Ekranı göstererek) Şu oğlanı gördün mü?
2.     İhtiyar (B) : Mavili.
A: Bugün burdan dördüncü geçişi.
B: Beşe az kalmış.
A: Altı olduğunu düşün bir de.
B: Felaket bu olsa gerek.
A: Korktun mu?
B: Korkulacak bir şey yok.
A: En azından iki kere aynı tarafa gidene kadar.
B: O zaman bir şeyler atlanmış demektir.
A: O zaman bir şeyleri atlamışız demektir.
B: Gözümüzden bir şeylerin kaçtığını gösterir bu.
A: Gözlerimizin yeterince açık olmadığını.
B: Olası olan da aynı zamanda.
A: O zaman korkmaya pek de gerek yoktur ha?
B: Emin değilim.
A: Ben de.
B: Emin olmamıza da gerek yok.
A: Buna katılıyorum.
B: Bu iyi.
A: (Kısa sessizlik) Bazı şeylerin niye olduğunu düşündün mü hiç?
B: Bazı şeylerin niye olmadığını düşünmek kadar boktan.
A: Bazı şeyler olur.
B: Bazı şeyler de olmaz.
A: Sonuçta her şey olağandır.
B: Her şey olur.
A: Bunları anlayacak kadar yaşadık.
B: Şaşırmayacak kadar.
A: Darmadağın olmayacak kadar.
B: İnsan önlemini almalı.
A: Şaşırmamalı.
B: Hiçbir şeye.
A: Şaşırmamalı.
B: Şaşkınlığa bile.
A: Olanlara.
B: Olmayanlara.
A: Olası olanlara.
B: Olan ve olduğunu fark edemediklerimize.
A: Olur böyle şeyler.
B: Olmadığı da olur.
A: Olur böyle şeyler.
B: Hazırlıklıyız biz.
A: Beklememekteyiz
B: Hazırız.
A: (Kısa sessizlik) Seninki yine ortada yok.
B: Nerde bu aptal. Evlat!.. Evlat! (oğlan girer)
A: Neler yapıyordun?
Oğlan: Hiç.
B: Ne yapabilir ki?
A: Şöyle elimizin altında dur. Kaybolma. Başına bir şey gelmesin.
B: Nasıl bir erkeksin sen anlamıyorum ki. Şuna bak. Sünepe.
A: Tamam yeter artık. Görmüyor musun o bir gerzek ve bize muhtaç. Bize ihtiyacı var.
B: Şans işte. Ne yapalım.
A: Evet şans.
B: Bazen böyle olur.
A: Kabullenmek lazım.
B: Uğraşmak istemediğinde.
A: En azından.
(Gürültülü aptal bir alarm sesi. Uyduruk bir icat)
B: İlaç saati.
A: Bu gerzek yine duymuyor. (Bastonuyla oğlanı dürtükler, yüksek sesle) İlaç saati. (Oğlan ilaçları koca bir fanusta getirir. İhtiyarlar içinden alır)
B: Kulakları zor işitmeye başladı artık.
A: Dalıp gidiyor sanki.
B: Yok canım daha neler.
A: Hayal falan kuruyor olmasın salak.
B: (Sahte gülme çabası) Güldürme beni. Bunamaya mı başladın sen yoksa. O bir geri zekalı.
(Oğlanın yaşlılığı ve beceriksizliğine karşı ihtiyarlar ilaçları saçma oyunlarla ağızlarına fırlatıp yutarlar. Beceren beceremeyenin ilacını alır. Oğlan kazananı alkışlayarak destekler).
A: Ben kazandım.
B: Son zamanlarda hep sen kazanıyorsun.
A: Formumdayım.
B: Eğer ilaçlarımı almak istiyorsam artık kazanmam gerekiyor.
A: İlaçsız kalmanı istemem.
B: Ben de sadaka.
A: Kazanmanı bekliyorum.
B: Birkaç ilaç alsam daha rahat kazanabilirim. Enerji olur. Kısır döngüye dönmesin. Avlanamayan aslanlar gibi.
A: Nasıl?
B: Avlanamadığı için enerjisini kaybedip yeni avların peşine düşemiyorlar. Kaçan her av bir sonraki avın yakalanmasını da zorlaştırıyor.
A: Aslanlar grup halinde avlanıyorlar, sen karıştırıyorsun. Leopar ya da jaguardır o.
B: Onlar da kedi değil mi?
A: Kedi.
B: Eee ne fark eder?
A: Fark etmemeli mi yani?
B: Fark eder mi?
A: Etmeyebilir.
B: Etsin mi?
A: Tamam tamam fark etmesin.
B: Konuşmayı zorlaştırma.
A: İlaçsızlıktan bunlar.
B: Belki de. (Kısa sessizlik) Ben aynı görüntüden sıkıldım televizyon izleyelim biraz.
A: (Kumanda ile ekranlardan birini televizyona çevirir, film izlemeye başlarlar) Eskiden çok daha iyilerini yaparlardı.
B: Eskidendi onlar.
A: Şimdi yaptıkları sadece onları taklit etmek. Hem de bir sürü aptallıkla doldurarak.
B: Yapamıyorlar şimdi.
A: Bu filmi izlemiştik.
B: Evet. Çevir o zaman, yenisini bul (sahne kararır)


Sahne 2


(İlk sahnedeki halleriyledirler.)

A: Bu görüntüleri neden kaydetmiyoruz
B: Napıcan hatıra mı istiyosun?
A: Belki lazım olur.
B: Ne için?
A: Delil.
B: İnandırıcılık için mi?
A: Başka türlü inandırıcı olmak zor.
B: Mümkün değil.
A: Yani?
B: Yani bize kimse inanmaz. Kimseye karşı inandırıcı olmak zorunda da değiliz. Kaydetmek gereksiz.
A: Evet. Sadece izliyoruz.
B: Sadece izliyoruz.
A: Hatırlamak istediğin oluyor mu?
B: Senin buruşuk suratın hatırlamam gerekenleri hatırlatıyor. Ama sen ille de kayıt istedikçe o kadar zırvayı bir süre sonra nereye sıkıştıracağımızı da göz önünde bulundurmanın gerekliliği durumu daha da sıkıcı bir şekle doğru biçimlendiriyor diyorum.
A: İyi diyorsun.
B: Oluyor işte bazen.
A: Olur olur evet bilirim.
B: Biliyorum bildiğini.
A: Her boku bilmemiz gerekiyor ya.
B: Değil mi ya. (Karşılıklı sırıtış uzatmadan) Biri vardı. Biraz karışık net hatırlayamıyorum her şeyi. Bir kitap yazmak istiyordu.
A: Ne zaman?
B: Bilmiyorum ne zaman.
A: Neyse.
B: Şehir efsaneleri. Bar bar gezer, bağır bağır hikayeler anlatırdı, barbar kılıklı bir adamdı.
A: Yazdı mı bari?
B: Yok canım. Yani kitap çıktı da o yazmadı. Barmen yazmış hikayeleri.
A: Barbar okumuş mudur?
B: Olası.
A: Bunu bence şimdi uydurdun. Bana hiç inandırıcı gelmedi.
B: Oooo inanç problemi. Ne yapabilirim?
A: Beni inandıramadın ve bunu biliyor olmalıydın. Benim neye inanmadığımı bilmen gerekir.
B: Neye inanacağını bildiğim gibi.
A: Evet bilirsin.
B: Tekrara girmeyelim. Sen hikayeyi senin inanacağın şekle mi sokmamı isterdin?
A: Bu gerçek sorunu değil niye abartıyosun ki?
B: Her şey sorun.
A: Yakaladım seni bu sefer. Hikayeler senin derdin. Anlatmayı seviyorsun. Hikaye senin hikayeler.
B: İnandırıcı olmak teslim olmak oluyor ama.
A: Çok şey değil istediğim.
B: İnandırılmak isteyen her şeyin kendince olmasını ister. Bu az mı?
A: Ya uzlaşma?
B: Takılıyoruz işte, daha ne uzlaşması. Sıkıldın mı yoksa?
A: Ne münasebet.
B: İyi susalım biraz.
A: İzleyelim. (Sahne kararır)


 Sahne 3

A: Düşünüyorum da...
B: Eeee.
A: Anlaşabilmek aslında düşündüğüm.
B: Ne konuda?
A: Anlaşabilmek konusunda.
B: Hadi? (bir şeyler demek üzereyken vazgeçer, gülümser) Hayallah.
A: Nooldu?
B: Saçmalama diyecektim az daha.
A: Hadi ya? (Kısa sessizlik) Dediklerini düşünüyorum da anlaşabildiğimizden emin olamıyorum. Önceden bunu düşünmezdim bile.
B: Neden önce?
A: Önceden işte.
B: Bir şeylerden önce olmalı demek istediğim. Bir şeyler olmuş ya da olmamış olmalı ki bir önce ya da sonra olma durumu ortaya çıkabilsin.
A: Konuyu dağıtma.
B: Olmuş sana bir şeyler, olmuş.
A: Bilmiyorum ne olmuş.
B: Nedir anlamak istediğin?
A: Konuştuklarımızı düşünüyorum.
B: Ben konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Yani sorun yok. Düşünmeye gerek yok.
A: Anlamadım.
B: Ne dediğimin ne önemi var ki, zaten seni düşündüren tam olarak benim söylediklerim de değil.
A: Senle konuşuyorum ama.
B: Diyelim ki söylediğimi düşündüğün şeyi aslında söylemedim. Duyduğun şeyle söylediğim şey aynı değildi.
A: Yanlış mı duymuş oluyorum bu durumda ben?
B: Tam anlamıyla değil. Buna yanlışlık demek gerekir mi emin değilim.
A: Hadi bakalım.
B: Şöyle düşün, senle konuşurken aslında aklımdan geçmeyen ya da düşünmediğim bir şeyleri sana söylüyorum. Ya da öylesine konuşuyorum. Çok önemsiz laflar ediyorum sonuçta ama sen bunlar üzerine düşünüyorsun. Ne anlama geliyor bu?
A: Beni salak yerine koyduğun mu?
B: Benim neyi niye dediğim senin onun hakkında düşünmüş olduklarını ne kadar etkiliyor? Bir yanlış anlaşılma oldu belki ama sen yine de bol bol düşündün, yanlış bir şey mi bu?
A: Değil.
B: Bence de değil. Bu düşündüklerini daha değersiz yapmıyor.
A: Öyle mi dersin?
B: Aslolan sensen senin için ki öyle, senin düşündüklerin önemli olan.
A: Bu doğru.
B: Düşünme hakkımız var. İnsan istediğini düşünmekte özgür.
A: Evet özgür insanlarız biz.
B: Sana düşündürdüklerim için beni yormayacaksın değil mi? Anlaşmak zorunda değiliz ve bu yüzden iyi anlaşıyoruz. Neyi ne kadar anlayabilirsin ki?
A: Anlıyorum. Her şey çok yorucu. Sıkıcı oluyor bazen.
B: Yorulmanı istemem. Yorma kendini.
A: Beni düşündüğün için teşekkür ederim.
B: Seni düşünmeyeceğim de kimi düşüneceğim? Biz birbirimizin kolu kanadıyız.
A: Kanadı kırık bir turna geçer yandan.
B: Geçer geçer de neler der?
A: Kırdı kanadımı vefasızın biri.
B: Vay canına yandığım neler eder?
(birlikte):
      vay vay da vay vay
      kandı yürek kandı yine
      vay vay da vay vay
      yandı kürek yandı yine
A: Of of  ki of of.
B: Tüh tüh ki tüh tüh.
A: Kırdı kanadımı vefasız.
B: Elleri kırılaymış.
A: Sar yaramı.
B: Merhem olsam sokulsam.
A: Hay tabip el et.
B: Bırak tabibi habibi.
A: Bilibili bilibili çil horozum kayboldu.
B: Güneş batar uzakta.
A: Karanlık hep gece karanlık.
B: Ağzım kamaşıyor.
A: Ne yedin?
B: Tembellikten tembellikten.
A: Çalışmıyoruz.
B: Sözleri unutuyoruz.
A: Sesleri unutuyoruz.
B: Ses ver ses.
A: Ritim ver ritim.
B: Evlat yetiş.
(oğlan gelir) Sallan. (oğlan sallanmaya başlar)
A: Daha yavaş (daha yavaş sallanır)
B: A, a, a, a, a.
A: A, a, a, a, a.
B: Aaaba.
A: Aaaba.
B: Abalar var abalar.
A: Abalarda kabalar.
B: Bunları kim sıralar?
A: Dolu yüzleri yaralar.
B: Ellerinde karalar.
A: Ah abalar abalar.
B: Trak rak trak.
A: Basma çürük tahtaya.
B: Kasma düşücem diye.
A: Yas tutturma bana.
B: Kaslandı kıçım olmaz yara.
A: (oğlanı bastonla dürterek) Dur artık yeter.
B: Tembellik etmeyelim bir daha bu kadar.
A: Etmeyelim etmeyelim.
B: Kaybolacaktık az daha.
A: Hiç gerek yok. (Kısa sessizlik) Sana inanıyorum.
B: Bu inanç mevzusunu konuşmuştuk sanıyorum.
A: Hayır hayır anlatamadım. Senin söylediklerinin gerçek olduğuna inanıyorum. Bence sen inandırıcı bir insansın.
B: Sana bunu konuştuğumuzu söylemiştim. İnandırıcı olmak zorunda değilim, inandırıcı olmak zorunda değilsin, inandırıcı olmak zorunda değiliz. Neden bu kadar çok önemsiyorsun bunu? İnandırıcı olma şansımız yok anlamıyor musun? Kimse bize inanmaz. Bizlerin yaşadığına bile zor ikna edebilirsin başkalarını. Biz yokuz.
A: Neden edemeyecekmişiz ki? Kanlı canlı dikildik mi karşısına herkes inanır bize.
B: Bu şekilde bir başkasının karşısına sadece et çıkarabilirsin hem de buruşuk. Bunlar birbirinden çok farklı şeyler.
A: İnanmak o kadar zor mu?
B: Bu zor bir soru. Hem çok kolay hem de çok zor.
A : Sen de işleri kolaylaştırmak için hiç çaba göstermiyorsun.
B : Herhangi birini herhangi bir şeye inandırmanın en kolay yolu ona her şeyi inanacağı şekilde anlatmak. Bunu yaparken bazı şeyleri değiştirmek, bazılarını anlatmamak, bazılarını başka şekilde anlatman yeterli olur. Ama insan çok inanılmaz şeylere de inanabiliyor. Bunu deneyerek de inandırıcı olman mümkün ama tüm boşlukları doldurmuş olman gerekiyor. Yani boşlukların da işe yaradığı yerler var, en azından başlarda ama karışık işler bunlar. Ama tabii neticede inandırıcı olmuş olmuyorsun çünkü anlattığın şey artık başka bir şey haline geliyor. Böylece inandırıcı olmanın gerekliliği de ortadan kalkmış oluyor. Anlatmak istediğin şey olmadıktan sonra anlattığın şeyin inandırıcılığı ne kadar önem taşır ki? Yani inandırıcı olsa bile inandırıcı gelen şey senin anlattığın şey olmayacak. O duyduğuna inanacak, duymak istediğine. Bana kendimi tekrarlatıyorsun. İnandırıcılığımı kaybediyorum.
A: Ne önemi var ki? İnandırıcı olmak zorunda değildik hani.
B: Kaybettiğimiz şeyler olduğunu söylemiştim sana. Bundan 50-60 sene önce bu sorun olmayabilirdi. (kısa sessizlik) Bir belki kalıveriyor insanın aklında. Yaşlanıyorum galiba.
A: Çok yaşlandık.
B: Evet, kötü bir dönem bu.
A: Herkes aynısını der.
B: Hep kötüdür zaten.
A: Kötü kalıcıdır. Yeni bir şey yok yani.
B: Keşke öyle olsaydı. (kısa sessizlik) İnanıyorsun değil mi bana?
A: İnanıyorum. (Karşılıklı sevecen bir gülümseme. Kısa sessizlik) Bütün bunlar gerçek değilmiş gibi geliyor bana bazen.
B: Değil zaten.
A: Bu daha iyi.
B: Kolaylaştırıcı.
A: Kurtarıcı.
B: Gereksiz çabadan kurtarıyor.
A: Yorulmaktan.
B: Gerçek olması çok kötü olurdu değil mi?
A: Gerçek olsaydı açıklanmak isteyecekti.
B: Uğraştıracaktı.
A: Savunulması gerekecekti.
B: Saldırılacaktı.
A: Olacaktı.
B: Ama yok.
A: Bir anlamda var.
B: Birçok anlamda yok.
A: O zaman rahatız.
B: Sanmam.
A: Neden?
B: Rahat bırakılmak için gerçek olmaması yetmiyor.
A: Duymasak.
B: Zaten duyamayız.
A: Ama bileceğiz.
B: Bilmeye yükümlüyüz.
A: Doğrusunu mu bileceğiz?
B: Doğrusu yanlışı yok bunun.
A: Doğru, yok.
B: Doğru yok.
A: Yanlış yok.
B: Ama bileceğiz.
A: Bok var.
B: Bilmemizi sağlarlar.
A: Acımasızca.
B: Acımasız olduklarından değil ama.
A: Biliyorum, sadece olması gereken bu.
B: Evet. Kızgın mısın?
A: Sadece deniyorum. Kızgın olmayı unuttum.
B: Oluyor mu hiç?
A: Hayır.
B: Neyse.
A: Karar verememekten olabilir.
B: Kızmaya mı?
A: Neye ya da kime kızmaya. Kızabileceğim bir şey bulamıyorum. Yani yetecek kadar.
B: Bir başlangıç yap istersen, denemiş olursun.
A: Riske giremem.
B: Haklısın, böyle daha iyi.
A: Haklı görülebilirim umarım. Haklı olmaktan daha değerli artık.
B: Vazgeçemiyorsun.
A: Farkındayım.
B: Farkındayım.
A: Pek hoş.
B: Pek hoş. (Kısa sessizlik) Benim sana hak vermem yetmiyor mu?
A: Sen sayılmazsın.
B: Niyeymiş?
A: Sen de benim gibisin.
B: Sen yanlış yere gelmişsin.
A: Bilmiyorum.
B: Evet yanlış.
A: Bilmeliydim.
B: Yanlış.
A: Belki.
B: Anlamsız şeyler yapma şansımızı kaybettik.
A: Söylemek de.
B: Ne yapmalı?
A: Kararlı olmak lazım.
B: Saçmalama.(Sahne kararır)


Sahne 4



A: Tuvaletim geldi.
B: Büyük mü küçük mü?
A: Seni ilgilendirmez.
B: Aman öğrenmeyeceğim sanki.
A: İğrençsin (aralarına yerleştirilmiş bir demir parçasına gerili perdeyi çekiştir. Birbirlerini artık görmezler).
B: Burjuvasın sen.
A: Burjuva falan değilim.
B: Burjuvalık bu yaptığın.
A: Burjuva olsam aramızda görüntüyü yarım yamalak gösteren tüllerden olurdu
B: (Gözünü deliğe dayarken) Oysa delik bir muşamba var.
A: (Parmağını delikten sokarak gözüne batırır) Komünist bir örtü bu.
B: Laylon komüzmi. Mideni üşütmüşsün.
A: Evet.
B: Rezil kokuttun. Sıçtın mı?
A: Henüz değil sadece osurdum.
B: Ona osuruk denilmez resmen hava sıçtın sen (A konuşmaz) neden ses çıkarmıyorsun? Yani ağzından.
A: Susar mısın biraz konsantre olamıyorum sen konuşurken.
B: Bu perdeyle daha mı rahatsın? Anlamıyorum bunu.
A: Ne meraklı bir ihtiyar oldun sen.
B: Perdenin olduğu yerde ister istemez bir röntgencilik durumu var oluyor. Bu çok da benimle alakalı değil.
A: Ne yani röntgenci sapıklardan kurtulmanın tek yolu her şeyin ortaya dökülmesi mi?
B: O zaman aslında görülmeye değer bir şey olmadığını fark eder insanlar diyorum ben. Ya da görülmesi gereken şeylerin farkına varmazlar. Gözlerinden kaçarsın yani. Gizemli bir şeyler olduğuna inanmasalar röntgenlemezler de. Şu küçücük delik var ya perdedeki.
A: Eee?
B: Senin sıçışını cazip hale getiren şey işte o. Senin bokunun büyüsü o. Seni sahtekar ilizyoncu. Bazen o deliği senin açtığını düşünüyorum.
A: Manyak olan sensin, ben değil.
B: Sokakta olsak şu anda ve salak bir perdeyle saklanmasan kimse sana dönüp bakmazdı.
A: Sana mı bakarlardı?
B: Tabii ki evet.
A: Sadece utananlar.
B: Sen kıçını gizlemedikçe herkes.
A: Benim kıçım her durumda senin çirkin suratından daha ilgi çekici olur.
B: İlgi çekici sözü durumu tam olarak anlatmıyor.
A: Benim kıçım her durumda senin çirkin suratından daha fazla izlenme değer.
B: O izleyenin götlekliği olur.



 Sahne 5


(Alarm çalışır.)
A: İlaç saati.
B: Yine nereye kayboldu bu çocuk?
A: Evlat! (Çocuk gelir) İlaç saati. (Çocuk ilaç fanusunu getirir) Bu sefer kazanacağından eminim.
B: Moral verdiğin için teşekkür ederim.
A: İyi olan kazansın.
B: İyi olan kazansın. (Daha önce yaptıkları gibi devam ederler. İlaç B’nin boğazına takılır. A ilacı çıkarmak için sırtına vurmaya başlar. B yere düşer. A bastonuyla B’nin sırtına vurur. B’nin peruğu düşer. Oğlan ayakta onları izler. Sonunda B ölür)
A: (Oğlana) Bak bakalım ne durumda.
Oğlan: Ölü.
A: Kaldır. (Oğlan B’yi dışarı taşır. Bu sırada A B’yi alkışla uğurlar. B’nin ayağı sahnede kalmıştır. Oğlan birazdan geri gelir. Üzerinde B’nin kıyafetleri vardır. Yerdeki peruğu alıp kafasına takar. B’nin koltuğuna yerleşir)
B: Bir film aç da izleyelim. Sıkıldım aynı hikayelerden.
Oğlan: (Ekranlardan birini televizyona çevirir) Bu filmi izlemiştik sanki.
A: Olabilir. Hepsi birbirine benziyor.
Oğlan: Her şey birbirine benziyor.
A: (Sahnede kalan B’nin ayağını fark eder) O ayak niye orda?
Oğlan: Ortama bir hava katsın dedim.
A: Ne havası?
Oğlan: Sanat yaptım.
A: Sanat ayağı.
Oğlan: (Güler) Evet.
A: Göt ayağı.

2 Eylül 2012 Pazar

ANAMNESİS




            “Ya bazen, yok yok bazen değil. Yani bazen sözcüğü anlatamaz söylemek istediklerimi. Çoğu zaman, pek çok defa, neyse işte sen anla. Ya, ne diyeceğimi bilemiyorum sana. Söyleyebileceğim en güzel söz bile senin yanında sönük kalıyor. Sen, sen harika bir şeysin, mükemmelsin. Seni hak edebilecek ne yaptım diye soruyorum kendime durmadan. Benim kadınım olduğum için ne kadar mutluyum biliyorsun değil mi? Çok mutluyum, seni çok seviyorum, çok.”
            En şiirseliydi sözlerin bu. En şiirsele söylenendi. Acemice, heyecanlı, titreyen elleri hemen fark ettiren, içtenlikli. Bu şiirselin kendisi, işin, kendinin, kendisinin şiirselliği. Zar gibi incecik, zarif, uçucu, sıcacık çiyin kapladığı vücutları iç içeydi. Nefes nefese birbirlerine bakıyorlardı. Adamın gözünün ucunda bir damla gözyaşı vardı. Biraz inanamaz, biraz müteşekkir, biraz hüzünlü. Kadın elinin dışıyla okşadı adamın boynunu. Onu kendine çekip uzun uzun öptü. Tekrar sevişmeye başladılar.
            Fena adam değildi hele Türkiye’yi düşününce, ne de olsa en entel kadının bile çok da kötü olmama ya da fena olmama durumu sokulmuştur kafasına. İçkin bir kabullenme halidir bu, kimi zaman dişil bir ermişlikle dost. Ama karışmasın kafanız hayali insanlar bunlar. Kahraman olamasalar da hayal olabilecek kadar mahmur, gerçek. Neyse, adam iyiydi, kibar ve duygusaldı. Ama en naif anları sevişme sonralarıydı. Bu  belki de duygusal erkeklerin bir ortak özelliği, kim bilebilir ki Don Juanlık yapacak bir kadın çıkıp da tecrübelerini paylaşmadıkça. Erkekler kendi cinsleri konusunda cahildir bu ülkede. Erkekegemenliği kırmaya çalışıp ya da böyle davrandığını sananlar da çokça farkında olmadan yine yönlenerek daşşaklılıkla kadınları tanımaya tutkulanırlar erkekliğini unutup. Oysa bu cahillikten daha vahim olan yanılsamadır. Ama  erkeklerin kendilerini tehditlere en açık yer olarak gördüğünü düşününce yatağı, bu kibarlığı da anlamlandırabiliriz belki. Belki de bir özür, af dileme ya da teşekkür anneleri geldikçe akıllarına.
            Gülümseyen parıltılar içinde bir çift göz. Hınzırlıkla geçen çocukluğu hakkında az sayılamayacak fikirleri akla getirmekle kalmıyor, insanın gözlerinin önüne hiç de zorlanmadan bir kız çocuğu fotoğrafı hatta görüntüleri yerleştiriveriyordu. O günlerden bugüne ifadesini hiç yalnız bırakmamış ama zamanla yeni anlamlar kazanmış gülümsemesi belki de en karakteristik özelliğiydi onun. Güzel bir kadındı. Zaman becerikliliğini en çok güzellik üzerinde gösterir. Ama modernizmin bu tanrısı yok edemiyor bazı güzellikleri, yapabileceği sadece güzelliğin şeklini değiştirmekle kalıyor. Bazı güzellikleri yok eder, bazılarına geçmez onun dişi. Yok edemediğini bozmaya çalışır kendine uydurmakla. Dişini geçiremediğini ise yok sayar, saklamaya çalışır gözden. Ama yalnızca görmeyen aptal gözden. Alır onu başka yerlere taşır, daha az bakılan görece, daha gizlenmiş yerlere. Bu kolay görülemezlik, onu yok edemediği ya da bozamadığı gibi ayrı bir güzellik katar ona. Gizemin az bulunurluğu ve tabii ki bir de zor. Kıskanç zaman çaresizdir artık. Çünkü özel güzellik, kendine yapılan her saldırıdan daha da güzelleşerek ve özelleşerek çıkar. Özelliğin özelliği de budur işte güzellikte. Savaşmadığı için yenilmeyen, yarışmadığı için kandırılamayan. O sizinle oynamayandır. Bu güzelliğin güzelliği de budur işte özellikte. Güzelliğinin farkında olmayan kadınlar vardır, aslında bu farkında olmamaktan ileri bir şey, bir barışmışlıktır. Kendiyle, kendi güzelliği ile barışık olmak. Ne de az bulunur bu güzellerde ve güzellik katar güzelliklerine. İşte O, öyle bir güzeldi, zamanın yalnızca değiştirmeye gücü yetebileceği güzelliğiyle barışık bir güzel, mutlu bir güzel, mutlu bir eş, mutlu bir anne. Yolunda giden bir evliliğin dişil parçası.
            Hoş bir adamla evliydi, hep sevmişti onu, sevilmişti. Çok bahsetmek istemiyorum adamın güzelliğinden. Kıyak adamdı doğrusu, denebilecek kötü bir şeyi yok. Bahsetmek istemiyorum, kendi çirkinliğin çarpmasın diye yüzüme. Karısı ve çocuğu dışında gözü bir şey görmüyordu. Bir aralar gözleri yolculuklara çıkmış, bununla yetinmeyip başka bedenlere giden yollara düşürmüştü onu. Bin bir pişmanlıklar, durmak bilmeksizin akan gözyaşları, özür dilemeler küskünlükleri dindirmişti. Mutlu hayatlarına dönmek zor olmamıştı, olmazdı niyetlenilen mutluluk içinde olmaksa. Ne kendilerini kandırdılar, ne göz ardı ettiler, ne de yoksaydılar bunu. Ne hatırlattılar her fırsatta, ne de unuttular. Yüzleştiler, kabullendiler, tekrar başladılar.
            Tutkuluydu her ikisi de ama kadının tutkuları dizginlenemeyen denen türdendi. Güvensizlik içermeyen bir bilinmezlik, sağı solu belli olmama ama şaşırtmayan da onu tanıyanı. Öngörülemese de, olduğunda sahibine yakıştırılan bir süprizlilikti ondaki. Her şey bir ritüeldi onun için. Bağbozumunda döllenmişti sanki. Ondaki ayrıntı takıntısı, en iyiyi yapmaya çalışmak bir köle bağımlılığı değil, tutkulu bir zevkin aksisedasıydı. Çok yetenekli bir aşçıydı kadın, şu parmak yedirtenlerden, hani her erkeğin annesinin öyle olduğunu sandığı kadınlardan. Ama bu bir yanılsama değildi tabii. Titizliği evde de gösteriyordu kendini. İyi de bir evkadınıydı diyeceğim ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilemiyorum. Tek çocuklarına olan ilgisi tamamen güdüseldi. Yani öğretilmiş olandan çok bulunan. Sevişmeyi çok seviyordu. Şanslı bir durum, kocasıyla sevişmek de çok haz vericiydi onun için. Adam bunları hayal etmiş miydi bilemem ama ettiyse aradığını bulmuştu.
            Sabahlardan bir sabah. Bilindik, klasik, normalinden. Uyanmamızı güneşin hazır beklediği bir sabah. Ama sabah olduğunu saatin çalar sesiyle öğrenmek adam için alışıldık değildi. Bir türlü yataktan çıkamayan karısı da. Saatin ümüğüne basıp yataktan çıktı adam. Karısı kadar başarılı olamasa da hazırlanan kahvaltı çocukla birlikte yapıldı. İş bitimi eve döndüğünde karısını televizyon karşısında hala pijamalarıyla bulması da alışıldık olmayandı. Hasta mıydı acaba? Kadının canı hayli sıkılmıştı. Neyi olduğunu bilmiyordu ama anlamsız bir huysuzluğu olduğunu düşünüyordu. Öğle sonrası kendini zorla yataktan atmıştı, aldığı duş da işe yaramamış, kendine gelememişti. Yemek yapmaya niyetlenmiş, onu da yakmıştı uzun zamandan beri ilk defa. Neyi olduğu sorusu aklını iyiden iyiye karıştırmaya başlamış, vitaminlere çok umut bağlamış ama o yaramaz, ufak, yuvarlak enerji bombaları umutlarını boşa çıkarmıştı. Sorun değildi kocasının söylediği gibi yemek mevzusu. Dışarıda yiyebilirlerdi eğer kendini dışarı çıkacak kadar iyi hissediyorsa bir tanesi, yoksa eve de gelebilirdi yiyecek bir şeyler.
            Birkaç gün sonra adam işten izin alıp zorla ikna ettiği karısını bir doktora götürdü. Fiziksel bir rahatsızlık yoktu. Stres, dalgınlık, küçük çapta bir bunalım üzerine tıbbi laflar etti doktor. İsterlerse bir psikoloğa gidebilirlerdi. İki gün, doktorun önerisini değerlendirmeleri gerektiğine inanması için yeterli oldu adamın. Psikolog da hemen hemen aynı sözleri tekrarladı. Haliyle yine tıbbi. Adam meraklanıyor, kadın olanları bir türlü anlayamıyordu. Yapmaya çalışıyor ama olmuyordu. Sanki uyanmış ve bütün becerilerini uykuda bırakmıştı. Bir çeşit hafıza kaybı musallat olmuştu ona. Yemek yapmaya çalışıyor, beceremiyordu. Bütün temizlik yapma girişimleri de etrafı yıkıp dökmekle sonuçlanıyor, ev eskisinden daha dağınık bir hal alıyordu. Sevişmeyi bile unutmuştu. Tutku ve zevkle yaptıkları anlam ifade etmiyordu artık. Kabalık etmeyin kızlar, kocası da ölü sevici değildi. Bu olanlar, yani olmayanlar sinirlerini bozuyor, kocasını ve çocuğu korkutmamak için sadece evdeki yalnız ve başarısız saatlerde ağlıyordu çaresizlik içinde. Ürkek ve mutsuz saatler, güvensizlik duygusuyla daha da uzayan, uzadıkça daha da çekilmez haller alan. İnsana yakınındaki herkesin sırtını dönmesi gibi bir şey. Terk edip gittiklerinde yanlarında onu da götürdüklerini fark eder arkalarından bakakaldığında ve yalnız bile kalamaz artık. Kendi başına kalıp da kendini bulmayı öğrenir. Yalnızlığı, kendi başınalığı çalınmıştır insandan, yerine başkasızlık diye bir şey bırakmışlardır onu alıp ondan uzaklara göçerken. Öyle bir ahlakla bırakırlar ki insanı elinde bir şişe suyla çölün ortasında, tüm hücrelerine kazınmış adetlerle arkalarından su dökmek gerektiğini düşünür, ne yapacağına karar veremez bir türlü. Dayanamaz içini kemiren duyguya şişenin yarısından biraz da olsa fazlasını döker el sallayarak, az olmasın da fazla olsun, içi rahat etsin yeter ki diye. Ama iyi de olur, dökmedim diye vicdanını kavuran ateşin kuraklığıyla sidik yarıştıramayacağını bilir hiçbir çölün. Bunu bildiğini onlar da bilir. Vicdansız olanlar ne de iyi bilir vicdanıyla bunalım yaşatmayı vicdanlı insanlara. İşte böyle aptal bir adalet duygusu musallat olmuştur ona. Ben bulaşmayayım onların pisliğine anlayışıdır bu için için kemiren insanı. İyidir bunlar iyidir, yalnızlığını böyle bulur. Görülür ki artık, yanlarına katıp götürdükleri o, ondan alakasızmış, o sanmış onu yıllarca, onları da ondan sanması gibi bir yanılsamadır bu yalnızca. Onlar onlardır, o sandığı da dahil. Yaşam sanı, o yansıma, yaşadığı kulp takma, yaşantı da yanılsamadan başka bir şey değilmiş anlar. Boşuna geçmiş onca yıl. Önce tüh yazık der kendi koca sandığı ömrüne yanar, sonra dehşete düşerek insanlık tarihini hesaplar. İflah olmaz bundan böyle. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış da herkes işaret parmağıyla onu gösteriyormuş gibi gelir kalabalığa girince. Çocuklar ona verilmekle korkutulur. Ağlama bak ona veririm seni, yemeğini bitirmezsen o yer artıkçıdır ne de olsa üretmez, dişlerini fırçala yoksa gece yanına gelir yolunu ağız kokusuyla bulur o. Hiç başta olmaz, kötülüklerden sorumlu tutulmakta bile şeytandan sonra gelir, zararı yok zaten karakterine aykırı. Kalakalmışlık budur işte. Bilmediği, tanımadığı biriyleydi. Kendini bilmek lafının yavanlığını düşündü. Ne kendisi, hangi kendi, şeker kız kendi, kimdi onun içindeki, peki ya o nereye gitmişti? Bildiklerini unutmuş, bilmediklerinden kuşkuya düşmüştü. Neler oluyordu? Aynı soru sürekli soruldu güzel kafasında. Neler oluyordu? Kocası da ne yapması gerektiği bilmemekle karısını yalnız bırakmamıştı. Kadın, kocası ve çocuk için endişelenirken, o da karısı için endişeleniyordu. Karşılıklı endişeler endişe verici bir şekil almıştı. Adam yardımcı bir kadın bulma konusunda fikrini sordu karısına. Belki de çok yorulmuştu karısı. Buna gerek olmadığını söyleyerek kabul etmedi teklifi. Orası onun eviydi ve kimse onun gibi yapamazdı bu işleri, en azından bir zamanlar yaptığı gibi. Geçen zaman durumun geçici olmadığını kabul ettirdi karı kocaya. Hınzır gülümsemenin yerini her an çatılmaya hazır kaşlar almıştı. En küçük bir söz bile onu kızdırmaya yetiyordu. Mutlu ev yaşamı gerilerde kalmış, çatırdamalar aptal kulaklarla bile duyulmaya başlamıştı. Şimdi evde yardımcı bir kadın da vardı. İşe başladığı günlerde yaptıklarını beğenmiyordu ama zamanla umursamamaya başladı. Evde işler bir şekilde yürüyordu. Yardıma gelen kadın kocasıyla sevişmek dışında her şeyi yapıyordu, ev sahte bir düzenliliğe kavuştu. Uzun uyumalar, televizyon karşısında geçen saatler, resimlerine hızlıca göz atılan aptal dergileri karıştırmak kadının, eve daha geç gelmek, alkolü arttırmak, fazla oyalanmadan yatağa girip huzursuz, yarım yamalak uykulara dalmak da adamın hayatına yerleşiverdi. Pek çok denemede başarılı olamayan çift, bunları da konuşmamaya başladılar, karşılıklı yoksaydılar, uzlaştılar.
            Bir tanıdıklarının evine davet edildiler bir akşam. Öfleye pöfleye de olsa ikna edildiler. İnsanlardan kaçıp bir yerlere sığınmaya çalışmalar işe yaramıyordu. Gelip onu enseliyorlardı. Ve bir iyilik yaptıklarına olan inançları sonsuzdu. “Aaa yalnız kalmışsın sen burda. Gel katıl bize.” Neden bir sürü aptalın ödü kopuyordu ki yalnızlıktan, kendi başına kalmaktan? Ne hakla? Kaç kişinin elinde yalnız kalabileceği bir kendi var? Bunları hiç dert etmediklerini biliyordu kadın. Bir yanı onları kıskanırken bir başka yanı iğreniyordu. Kararsızlığı kendinden de iğrendirmeye başlamıştı onu. Ama başkasızlığa düşmek söz konusu olamazdı onlar için. Başkasızlık duygusunu yaşayabilmek bir ilişki biçimi gerçekleştirmeyi göze almayı gerektirir ve deneyip becerememeyi. Başkasına ihtiyaç duyan, bir başkayı arayan var mı orda? Aslında bunları anlamıyor olsanız da seziyorsunuz. Başka türlü açıklanamazdı yalnızlara bu denli düşmanlık. Başka türlü anlaşılamazdı ilişki kurmaya çalışanı bu denli engelleme çabası, örflerle, adetlerle, baskı altına almaya çalışan hakim tokalaşmalarla, ünvanlara boğulmuş, meze edilmiş tanışma merasimleriyle, omuzlara pışpışlarla karizmayı zedelemelerle, samimiyetsiz samimiyetlerle, uyduruk gülümsemelerle, yalancı memnun oldumlarla. Neye memnun olunur, ne çabuk çözüverirsiniz insanı, düğüm çözücü büyük insan ilişkisi ilizyonistleri sizi. Hiç rahat bırakılmadı kadın. Nasılsınız? Az bulutlu ve açık, yer yer sağanak yağışlı. İlkbahar yağmuru gibiyim aniden yağarım, hazırlıksız yakalarım ve bütün gün vıcık vıcık taşırsınız beni üzerinizde. Süper ultura şanssızım, sinemada bayat mısır hep bana denk gelir, çok hassasım, naif bir bünyem olduğu için midem bozulur hemen. Ya ishal olurum yan koltuktakileri rahatsız ederim –ama utangacım, güvensizim tuvaletten geri dönemem salona, tekrarlanmasını göze alamam bunun- ya da ön koltuğa sıçratarak kusarım. Size tavsiyem ben şehirdeyken kapüşonlu sarı yağmurluğunuzu üstünüzden çıkarmayın, hem sokakta hem sinemada. Sizi de açar üstelik gerekli biri sanılırsınız. Herkes sizden ateş ister, adres ve otobüs duraklarını sizden sorar, yararlı olabilme fırsatı kazanabilirsiniz böylece. Her şeye rağmen tanışılır, kabus devam eder. Kuralına göre oynamıştır oyunu ve kazandıklarının yanı sıra bu ona pek çok şey de kaybettirmiştir, biliyordur bunu ama bunu da tercih etmiştir ve acısını çıkarmayı bilir. Bir sürü zaman harcamıştır şu hale gelebilecek biri olmak için, öyle kolay değil, kafasına kakarlar insanın. Dirsek çürütmüştür yıllarca akademilerde, kilo kilo kitap okumuştur, kendi başına seçmeyi bilmediği için festival filmlerinin hiçbirini kaçırmayarak gözlerini bozmuştur. Şimdikinin on katı festival olsa bir şehirde seyirci yüz kat düşer. Pek çok insan iyi olanın onun için seçildiğine inandığından gider çünkü festivallere. Kendisi seçmek zorunda kalabilmek kabus olur takipçilere. Kalabalıkları severler, galaların, sanatçı lokallerinin vazgeçilmez simaları. Ağızları ile içmeyi bilmezler, bozduklarında da olayı sanatçı deliliğine vururlar. Tıp okuduysa yandınız. Onların okulu daha uzun sürmüştür ve acısı daha da zor çıkar. Tıpsal terimler kullanırlar sürekli, siz bir şey anlamazsınız. Ne kadar ömrüm kaldı sayın doktor demek gelir içinizden, ömrünüzden ömür çalınır. En çok hukukçular bozuluyor bu işe. Onların ağdalı Osmanlı dilleri hiç yakışmıyor şimdiki gençlerin ağzına. Mülkiye dili amcaların, teyzelerin politikacı-aydın ağzına yaşlılıklarıyla yakışsa da, ukalalık ettirmiyor artık yeni nesle. Burada görevlilerin olaya el koymaları gerekiyor. Bu nasıl devlet yönetmek kardeşim. Otoriteyi size biz mi öğretelim? Madem var ettiniz bu işleri, bunlarla uğraşanları da aynı otoriteyi devam ettirsinler diye bir şekle soktunuz, dil ve kültür yarattınız size hizmet etsinler diye o zaman ilgilenin yahu. Mülkiyeli ve hukukçu gençler kendi meslek dillerini ukalalık yapmak ve otorite kurmak için kullanamıyorlar ve bu eksiklik sisteme ve devlete olan güveni sarsıyor çünkü bu dil out oldu. Sosyologlarınız da çözümleyici kuramlar bulamıyorlar şu günlerde. Analitik politikanız göt oluyor, analipolitik kaldınız. Yıkılıyor dermişim. Size döncem. Bu arada kadın insanlarla, adam alkolle boğulmaya devam etti. Eve dönüp televizyon karşısındaki pozisyonlarını alıp aynı kanepenin iki ayrı ucunda bir el uzatımı yakınlıkta ama çok uzakta kaldıklarında kadın magazin dergilerinden aslında hiç orda olmamış ilgisini kocasına çevirdi. Bir süre onu izledikten sonra adam ona döndü. “Evden ayrılmak istiyorum” dedi kadın. Her şey durdu. Kamera afilli hareketler yaptı. Birbirlerinin gözlerinde ipucu taşıyan bir bakış, tepki aradılar. Dergi sayfalarındaki kokoş fotoğraflar sessiz dedikodular, televizyondaki spor şahsiyetleri yorumlarını yaptılar, onlar sustu. Adam hiç memnun değildi hallerinden ama karısının geri döneceğine inanıyordu, inanmalıydı, umut ediyordu. Kutuyu açtırmak istiyorum demişti insan antik dönemlerde, antik bir yarışmada, bilmem bir pazar günü müydü. Thespis sunuyordu yarışmayı. Amfitiyatro tıklım tıklım doluydu. İnsanlar itişip kakışıyorlar, yer bulamayanlar vomitoryumda bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlardı sinirle. Seyirciler bir arınıyorlar, bir bulanıyorlardı. Aralara sürekli reklam alınıyordu. Aşil topuk egzaması için yeni üretilen kremin reklamına çıkıyordu. Çok büyük para aldı deniyordu. Platon tüm bunlara uyuz olmuş, jandarmaları işlerini yapmadıkları için eleştiriyordu. Yarışmaya tekrar dönüldü. Thespis evet hayır yarışması yaptı seyircilerle. Dionisos zil zurna sarhoş sahneye fırladı. Şarap testisini düşürdü yere, parça parça oldu güzelim testi. Daşşak Joe fıkrasını anlattı seyircilere, Zeus çok bozulmuştu bu inekli fıkraya, çaktırmadan yengeye baktı, yok haberi yoktu olaydan. Minotauros’u andılar gülümseyerek Hera’yla. Yarışmaya geri dönüldü. Fallik ezgilerle gelip, dithirambos türküleriyle gidiyordu yarışmacılar. Sonunda kararsız adımlarla bir genç çıktı sahneye. Sizi tanıyalım dedi Thespis. Adım Epimetheus dedi adam. Çok heyecanlıyım biraz yardım edin Thespis Bey. Ee bir şarkı söyle o zaman delikanlı, sakinleşirsin. Seyirci yine çıldırdı. Alkış kıyamet. O civarda yanık sesiyle tanınırdı genç. Tabletlere acilen yazılan istekler sahneye uzatıldı. Bir türlü ne söyleyeceğine karar veremeyen Epimetheus uzun bir bekleme sonunda, ah bir ataş ver cigaramı yakayımı söyledi ve türküyü biraderine armağan etti. Çok severmiş bu türküyü. Zeus bir yıldırım çaktırdı. Duydunuz yıldırımın sesini diyerek başlattı Thespis yarışmayı. Epimetheus sorulara ne cevap vereceğine bir türlü karar veremediği için yarışma çok uzadı, reytingler düşüyordu. Yönetmen ordan işaret etmeye başlamıştı. Buna daha fazla dayanamayan Thespis delikanlıyı yarışmanın galibi ilan etti. Yine arındı seyirci, Platon daha da dellendi. Kutuların yanına getirdi Epimetheus’u Thespis. Şimdi kutulardan birini seç dedi ona. Kararsız genç kutulardan birini seçemiyordu. Tüm cesaretini toplayıp ezile büzüle aslında yarışmaya katılmasının sebebinin kutuları açan hostes kız olduğunu, aylardır onu rüyalarında gördüğünü, onu çok sevdiğini söyledi. Bir kıyamet koptu. Yine herkes çılgınca alkışlıyordu. Thespis hostese dönüp “Pandora, çocuk aslında senin kutuya hasta olmuş keh keh” diye yılıştı. Güçlü kuvvetli, edeleli, kendini beğenmiş erkeklerin baş belası haline gelmiş bu çapkın kız, ne yapayım bu sümüklüyü der gibi bakıyordu. Zeus’un Pandora’ya bakışlarından rahatsız olan Hera, bu kızın başını bağlamak lazım diye düşünerek evlensin bunlar, nikahta bereket vardır diye bağırdı sahnenin hemen önündeki afilli tahttan. Seyircinin onayı da arınmalarla eklendi buna. Pan fülütle düğün ezgileri çaldı. Şenlik başladı, reyting tavana vurdu. Dionisos yalpalayarak Pan’ın yanına geldi, istek çalıyor musun dedi. Sarhoş muhabbeti Pan’ın keçi inadını kırdı, tamam dedi ne istiyorsun. Şiribim, şiribom, şarabımı istedi Dionisos. Pan, bilmiyorum ama mırıldanırsan çalabilirim dedi, mırıldanıldı ama hiç birşey anlaşılmadı. Neyse dedi Dionisos bırak flütü içelim güzelleşelim. Şarabı uzattı Pan’a. Yok abi ben almıyayım, ben üflerim, o beni bozar dedi Pan. Zeus yıldırımlar çakarak sessizlik diye gürüldedi. Ahali susmuş, ona bakıyordu. Evlilik töreni yapalım dedi Zeus. Pandora izin isteyip öne çıktı. Tanrılar, dostlar, Atinalılar dedi. Tüm gözler onun üzerindeydi. “Epimetheus’u benimle evlendiriyorsunuz. O bu yarışmayı kazandı ve açmamız için bir kutu seçmek yerine beni istediğini söyledi.” Epimetheus’a dönüp benim kutumu açmak ister misin diye sordu. Evet dedi delikanlı ondan beklenmeyecek bir kararlılıkla. Seyirciler aç aç diye bağırmaya başladılar. Madem öyle onun için kendi kutumu açıyorum diye seslendi ve keçi derisi çantasından çıkardığı kutuyu açtı. Kutudan felaketler fırladı ve dünyaya yayıldı. Kutuyu Epimetheus’un önüne fırlattı. Şaşkın genç kutuyu yerden aldı. Al bu da sana çeyizim olsun dedi Pandora. Kutunun içinde kalan ve kötülüklerle dünyaya yayılmayan umuda bakakaldı Epimetheus. Platon, ben biliyordum böyle olacağını, bir bokluk olacağını biliyordum, söylemiştim diye avaz avaz bağırmaya başladı. Kutudan umut çıkmıştı, e ne yapılabilirdi ki artık. Yüzyıllık seçim devam etti. Bir umut. Bir kadının bir erkeğe verebileceği son drahoması antik kuntik çeyiz sandığının dibinde bir köşeye sıkışmış kalan, umut. Bir erkeğe sevdiğinin arkasından umut etmekten başka ne düşer ki? Karısını eski haliyle çok özlemişti. Cebinde umut, hatanın nerde olduğunu düşünüyordu sürekli. Ne yapmıştı ya da ne yapmamıştı, bilemiyor, bulamıyordu. Bir iki hafta öncesine dönebilseler ne de mutlu olacaktı ama olmuyordu, olamıyordu. “Belki de yalnız kalmalıyım” dedi kadın. Ne kadar bilmiyordu ama yalnız kalmalıydı. Bunun işe yarayıp yaramayacağını, neler olacağını bilmiyor, aslında umursamıyordu ama bunu adama belli etmedi. Gitmekti o an tek istediği. Adamı kırmak istemiyordu. Belki de en kırıcı olan buydu, incelik. Kendi başına planlar yapıp bir başkasından sadece bunlara uymasını beklemek. Bir ilişkide en bencilce şey ayrılmalardır. O ana kadar her şey iki kişi üzerine kuruludur. Kendi başınıza sevmeye karar vermek bir işe yaramaz, o da istemeli. Birlikte yaşamaya karar vermek de öyle. Ama ayrılık… Biri gider ve kalana katlanmak düşer. Adam saatler sonra karısının arkasından yatağa gidemedi, o yatağa, kadının yanına gidemedi.
            Yerleştiği daireden hemen hemen hiç çıkmadan bir hafta geçirdi kadın. Değişen bir şey yoktu. Pis bir ev, çöplükten oluşan yemekler, yemekten oluşan çöplükler, uzun televizyon izlemeler, uyumalar, aptal dergi fotoğrafları. Birkaç kere okul çıkışında çocuğuna uğradı, başlarda ben iyiyim demek için yapılan telefon konuşmalarını da kesti.
            Biten sigarası yine onu sokağa çıkmaya zorlamıştı. Dağınık saçlar yarı topuz halde topluydu, bol bir kazak, yarı kirli bir kot ve bağcıkları çamurlu bir spor ayakkabı. Güzeldi, farkında olmasa da. Sigarayı bakkalda yaktı, dışarı çıktığında etrafa bakmayı akıl etti. Biraz dolaşmaktan zarar gelmezdi. Akşama doğru yeni bir paket daha aldı. Yorulmuyordu, tüm şehri gezebilirdi sanki. Ama herkes yorulur, herkes aynı şekilde terlemese de. Yorulduğunda dairesinden fazlasıyla uzaklaştığını fark etti. Hangi otobüse binmesi gerektiğini öğrenip atladı otobüse. O gece nerdeyse unuttuğu rahat uykuyu buldu. Erkenden çıkabildi yataktan. Kahvaltı için bir şeyler alması gerekiyordu gerçek bir kahvaltı yapmak istiyorsa. Başka bir şey var mıydı? Soru bakkaldandı. Hayır ama… Kontörlü telefonla bakıştı. Bir şey yoktu, teşekkürlerdi.
            Ne de süper bir kahvaltı hazırladım öyle dedi kendine. Platonik olmadığı kesin bir hatırlamaydı yaşadığı. O uykuda bıraktığı şeyler başka bir uykuyla dönmüştü kadına. Hızla topladı masayı, bulaşıkları birikenlerle birlikte yıkadı. Enerji hat safhadaydı kadında. Bir heyecan, toplanıverdi ortalık. Ne de çok göze batan şey varmış meğer orda. Hepsi de zevk verici şekillere kavuştu. “Evet” diye bağırdı kadın toz bezini havaya fırlatarak. “Geri döndüm!”
Hoş geldin. Yolculuklar nerde başlar nerde biter tam olarak emin olamıyorum. Hele insan yolculuğa çıktığını yolda fark ediyorsa. Ama bir şekilde geldiğini biliyor belki de döndüğünü. Ya da böyle olduğuna inanıyor. Gelmeler ya da dönmeler de kendi başına kendi başına birer duraksa belki de yolculuk hiç bitmiyor ya da yolculuk hiç olmuyor.
Ayaklarının dibinden güvercinler uçuştu. Elinde kalan son simit parçasını da bir kenarda bekleyen doymak bilmez güvercinlerden birine doğru fırlattı. “Hoş geldin” Yanına oturdu karısının. “Ayakkabına pislemişler… İyi görünüyorsun.” “Sağ ol.” İşte karşı karşıyaydılar. O sabah onu aramıştı karısı ve öğle yemeği buluşmak için iyi bir zamanlama olabilirdi. Neşeli bir gün geçirmişti kadın ve telefonda adam da bunu fark etmişti, kikirdemese de kadın. Bunun umut verici olduğunu düşünmüştü adam. Elinde ip, yemek molasını gösterecek saati çekiştirmeye başladı, yerinde duramıyordu. Buluştukları parka geldiklerinde karısını bankta otururken buldu. Onu izlemişti kısa bir süre uzaktan. Simit parçalarını ayaklarının dibine bırakarak etrafını güvercinlerle kaplamıştı. “Ayrılmak istiyorum” dedi kadın. Gözlerini yere dikip ayaklarıyla konuşmadı. Dosdoğru gözlerine bakıyordu. Adamın acı çeken ve acı veren gözlerine bakıyordu. Sanılmasın hastalıklı bir kadındı. Adamın o an fark edecek hali yoktu belki ama acıdan payını alıyordu kadın. Yüzleşiyordu kararıyla, kendiyle. Kaçmıyordu, çocukluk yapmıyordu. Ama adamın beklediği bu değildi. Bu defa gözler birbirinde ipucu arayamadı. Bir iki laf etmeye çalıştı adam ama kelimeler ağızdan çıkmamaya kararlıydı. Kadın o eski haliyleydi. Hınzır gülümseme belki yoktu durumun ciddiyetine karşın ama parıltılar geri dönmüştü. Evet o onun sevdiği kadındı ve aynı evde çok yakınında ama çok uzağında kaldığı zamanlardan daha da uzağa gitmişti. Kaybetmişti onu. Bunu fark etmek çok acı vericiydi ama anlamasına yardım edecek olan da aynı şeydi. Ne diyebilirdi ki o artık kendine gelmişti, eğer bir kendini kaybetmişliktiyse bir iki haftalık hali. O an sana dönmek istiyorum dese kadının ruhsal durumundan kuşkulanmayacaktı. Beklediğinin, umduğunun tersi olmuştu ve farkındalığı dürüstlüğüyle çarpmıştı bu gerçeği yüzüne. Kadın kabalık etmedi, durumu incelikle katlanılır bir hale getirmeye çalışmadı, sarılmaya kalkmadı. Şimdiki problem kabullenmekti. Birbirlerine yardımcı olamayacakları kesin olan problem. Kadın nazikçe gülümsedi. Şefkat dolu bir gülümseme bir zamanlar tutkuyla bağlı olduğu erkeğe. “Üzgünüm” dedi kadın “Biraz zaman geçsin. Ben seni arayacağım.” “Şey” diyebildi adam, “şey”. Yani sessizlik. “Biliyorum” dedi kadın, “biliyorum.” Yalnız başına kaldı adam. Yapayalnız, kimsesiz. Kadın sessizce ağladı giderken. Eski bir dostun cenazesinde dökülen yaşlardan aktı gözlerinden. Adam henüz hazır değildi ağlamaya, daha değildi.